27 Ekim 2011 Perşembe

The Tree of Life (2011) - ve Masumiyet Gider...

Orijinal boyutu için üstüne tıklayın

Direkt söylüyorum; enfes enfes enfes. Çok enfes bir şey The Tree of Life. Şey evet. Bildiğimiz manada film olmadığı bariz. Çok zorlarsak belki sadece 'sinema' diyebiliriz. Zira sinema tanımının içine ne giriyorsa, filmi 'yapan' güzelim insan, hepsini bu yapımın içine boca etmiş. Ama bu boca muhteşem bir ahenk barındırıyor. Haliyle sinema açısından kutsal bir karışım demek çok da zor olmasa gerek bu şahesere.

Yönetmen hakkında ahkam kesecek durumda değilim. Bugüne kadar hiçbir yapımını izlemedim Terrence Malick'in. The Thin Red Line ile The New World'un kıyılarına çok uğramama rağmen bir türlü sahillerine çıkmamıştım. Çok yazık olmuş. Yönetmenin diline, üslubuna, düşünüş ve düşündüklerini iletiş tarzına biraz da olsa aşina olsaydım, bu filminden aldıklarım o nispette fazla olabilirdi belki. Farklı derlerdi bu elemana, haklılarmış vesselam.

20. yüzyılın ortalarındaki bir Amerikan orta sınıf ailesinin, yer yer ortanca çocukları üzerine yıkılmış muhteşem hikayesini izliyoruz. İz-li-yo-ruz. Önümüzde repliklerin havalarda uçuştuğu, büyük büyük lafların edildiği bir şey yok. Onun yerine 140 dakika süren, bulunduğumuz dünyadan çok farklı bir evrene biraz istek ama çok daha fazla zorunluluk içeren seyehata başladığımız, muhteşem görüntülerin birbirini kovalarcasına aktığı harikulade bir şey var. Bu harikuladeliğin nüvesi, kesinlikle ama kesinlikle farklılık. Şuana kadar hiçbir filmde görmediğim garip bir farklılık var bu filmde. Filmi anlamayanlar, daha doğrusu filmden herhangi bir şey alacak 'hayat' yaşamamış insanlar illa vardır. İşte o insanlar bile bu filme, en kötü ihtimalle farklı demek zorundalar. Belgesel desen değil, -yıllardır alıştığımız manada- film desen değil. Bunlardan tekini seçmek yerine sinemasal bir belgesel çekilmiş. İnsanın doğasını, kişiliğini, davranışını vb gibi bir çok konuyu içine alan, göndermesi bol belgeselvari bir film.

Bu filmi tanımlarken belgesel kelimesini kullanmamak elde değil. Zira evrenin yaratılışından (varoluşundan diyelim hadi) beri gelmiş geçmiş tüm canlılara dair bir şeyler söylemiş, aynı zamanda senarist de olan yönetmen amca. Dinozorlar, nebulalar, ateş gibi birçoğumuza upuzak gelen kavramları (nesne, isim veya kelime değil), modernizmle, hayat şartlarıyla, sevgiyle, otoriteyle, başarıyla, düzenle... hasılı insanla çok güzel özdeşleştirmiş. Hadi bir babayiğit gelsin de bu film üzerine bir şeyler söylesin ve belgesel kelimesini kullanmasın!

Vurgulamakta fayda var sanırım. Film herkese göre değil. Hayatın hiçbir bölümünde elitist yaklaşımı kabul etmeyen biri olarak, sinemada da etmem mümkün değil. Buna rağmen filmi anlamayanlar illa olacak. Çünkü bu film biraz da, yaşadığınız hayatın hangi taşlarla örülü olduğuyla alakalı. Eğer filmdeki baba karakteri gibi birisini tanımamışsanız, bu babanın çocukları gibi çocuklarla haşır neşir olmamışsanız (ya da bu iki insan tipiyle empati kurmamışsanız), hayatı ve hayatın varoluş süreçlerini dinden bağımsız algılaya gelmişseniz kolaylıkla söyleyebilirim ki, filmle ortak zemin bulmanız çok zor. Pek tabi böyle bir durumda da filmi anlama oranı gayet düşük olacaktır.

Filmde bir hayli gönderme mevcut. Çoğusu din tandanslı ama dinden bağımsız olanları da yok değil. Göndermelerin/sembollerin hepsini anladığımı iddia edemeyeceğim. Yönetmenin de bu konuda aşırı bir zorlayıcılığı yok. 'Tüm simgeleri anlayın, yoksa filmden hiçbir şey anlamazsınız' gibi bir şey dediğini sanmıyorum Terrence Malick'in. Filme takınılan zıt tutumların da kaynağı olan ilk 40 dakika, yoğun bir simgeler bölümü. Bu bölümün manalar alemine açılan yararından başka, izleyiciyi filme ısındırmaya yaradığını da düşünüyorum. Yani film, kendi içinde kendine hazırlayan bir yapıya sahip. O ilk bölüm olmasa filmden hoşnut olanların sayısında çok köklü farklılıklar olabilirdi.


Şu filmle bir kere daha gördük ki, Brad Pitt başka bir oyuncu olmuş çıkmış. Tamam hep buydu ama son zamanlarda çok garip ilerliyor. Uçmaktan başkası karşılamıyor gibi bu ilerleyişi. Bir baba karakteri canlandırmış ki, çocukları nasıl tepkiler veriyorsa babalarına, aynılarını siz de veriyorsunuz her sahnede. Bu filmin Oscar'da yetim kalmasına feci halde üzülürüm, şimdiden diyeyim.

Oscar demişken, film belki ağır kategorilerde yetim kalacak şubat sonunda. Belki görmezden gelinecek. Hepsini anlarım. Ama müzik dallarında affetmem akademiyi. Belki de filmin en atar damarı, görüntüler kadar müzikleri çünkü. Klasik müziğin, yer yer haddini bilmeden beyaz perdede bile başrole oturabileceğinin canlı kanıtıdır efendim bu film. Büyülenmemek elde değil. Hele birkaç parça var ki, kendinizden geçmiyorsanız bunların eşlik ettiği sahnelerde hemen 112 acil diyorum. Daha da demiyorum :)

Son olarak gönül rahatlığıyla söylüyorum. Hatta bu 'gönül rahatlığı'nın üstüne isteğinize göre vurgu da ekleyebilirsiniz. Bu film, şuana kadar 2011 yapımlı izlediğim filmler arasında 'en iyi' payesini kolaylıkla kaptı. Hatta 2011'in tahtını çok öncelerden rezervleyen, 2012'in ocak-şubat aylarından sonra piyasaya düşmesi muhtemel ağır toplar (ki sayıları 4-5 arasında değişiyor) bile bu payeyi kazanamayabilirler. Böyle bir düşünceyi yeşertmesi bile ne kadar kıymetli olduğunu en şeffafından açıklıyor zannediyorum.

Bu filmi izlemeniz lazım. Sevmeyecek olsanız bile izlemeniz lazım. İzletmeniz lazım. Baş köşeye koyup ara ara yeniden izlemeniz lazım. Darlandığınızda, sıkılmanın evrim geçirmiş halleriyle aynel yakin tanıştığınızda ilk kapısını çalacaklarınızdan birisinin bu film olması lazım. Tamam o kadar abartmayalım. Ama 'ölmeden önce en az 5 kere izlenecek filmler' diye bir liste yaparsanız The Tree of Life'yi kesinlikle o listeye koymanız lazım :)

8 / 10
Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...