19 Şubat 2011 Cumartesi

GOYA Sahipleri Belli Oldu


Sinema'yı ülkelere hapsetmek belki yanlış ama gerçekten de bazı ülkelerin kendi dilleri oluyor. Kendi dili olan ülkelerden biri kesinlikle İspanya'dır. Bunun üstüne bir de son zamanlarda başarılı filmler gelmeye başlayınca, İspanya bir hayli sözü geçen ülkelerden biri haline geldi sinemada.

Geçtiğimiz günlerde İspanya'nın Oscar'ı olan GOYA'nın ödülleri belli oldu. Böylesine söz sahibi olunca o ülke, haliyle ödülleri de ses getiriyor. Belki bu sene biraz sönük kaldılar ama tören kendi kahramanını yaratmışa benziyor. Bize izleyecek bir film daha çıktı. Agusti Villaronga’nın yönetmenliğini yaptığı Pa Negre (Black Bread), başta En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Kadın Oyuncu ödülleri olmak üzere toplam 9 ödül kazanmış. Halbuki adaylıklarda 15 adaylığı olan Balada Triste de Trompet'i (A Sad Trumpet Ballad), 14 adaylığıyla bir adım geriden izliyordu.

Beklendiği üzere, En İyi Erkek Oyuncu ödülünü Biutiful filmindeki performansıyla Javier Bardem almış. Oscar'a da aday kendileri aynı dalda.

Ve başka bir beklenen kazanan; The King's Speech. En İyi Yabancı Film ödülünü kolaylıkla almış kendileri. Oscar öncesi gümbür gümbür geliyor Zoraki Kral. Bakalım The Social Network'un Golden Globe'yle neredeyse garantilediği ödül, el değiştirecek mi!

Diğer ödüller şöyle;


En İyi Film: Pa Negre
En İyi Yönetmen: Agusti Villaronga (Pa Negre)
En İyi Erkek Oyuncu: Javier Bardem (Biutiful)
En İyi Kadın Oyuncu: Nora Navas (Pa Negre)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Karra Elejalde (Tambien la lluvia)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Laia Marull (Pa Negre)
En İyi Avrupa Filmi: The King’s Speech
En İyi Latin Amerika Filmi: La vida de los peces (Şili)
En İyi Orijinal Senaryo: Chris Sparling (Enterrado)
En İyi Uyarlama Senaryo: Agusti Villaronga (Pa Negre)
En İyi İlk Yönetmenlik Denemesi: David Pinillos (Bon Appetit)
Devamını Oku

18 Şubat 2011 Cuma

BAFTA Ödülleri Belli Oldu


Oscar'a odaklandık diğer organizasyonları atladık. Adaylıklara şurada değinmiştim.

Bir bir isim yapmış sinema organizasyon törenleri gerçekleşiyor ve geçen senenin filmleri ödüllendiriliyor bu aralar. İngiltere'nin en prestijli tertipi olan BAFTA'nın ödülleri de belli olmuş. Adaylıklara ağırlığını koyan The King's Speech ödüllere de damgasını vurmaktan geri kalmamış. 14 adaylığının 12'sini ödüle dönüştürmüş. Gerçekten de çok güzel film, izlemeyenlere şiddetle tavsiye ederim.

Inception'a değinmeden geçmiyorum tabii ki. Birgün gelecek bu tip organizasyonlar da bilim-kurguları keşfedecekler. Bu inancımı koruduğumu belirterek ödüllerle başbaşa bırakayım sizi.

En İyi Film: The King's Speech
En İyi Yönetmen: David Fincher- The Social Network
En İyi Orijinal Senaryo: The King's Speech- David Seidler
En İyi Uyarlama Senaryo: The Social Network

En İyi Kadın Oyuncu: Natalie Portman- Black Swan
En İyi Erkek Oyuncu: Colin Firth- The King's Speech
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Helena Bonham Carter- The King's Speech
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Geoffrey Rush- The King's Speech

En İyi İngiliz Filmi: The King's Speech
En İyi Yabancı Film: The Girl With The Dragon Tattoo (İsveç versiyonu)
En İyi Animasyon Filmi: Toy Story 3

En İyi Prodüksiyon Tasarımı: Inception
En İyi Görsel Efekt: Inception
En İyi Makyaj ve Saç: Alice in Wonderland
En İyi Kostüm Tasarımı: Alice in Wonderland

En İyi Sinematografi: True Grit
En İyi Montaj: The Social Network
En İyi Ses: Inception
En İyi Müzik: The King's Speech- Alexandre Desplat

En İyi Kısa Animasyon: The Eagleman Stag
En İyi Kısa Film: Until The River Runs Red.
Devamını Oku

17 Şubat 2011 Perşembe

The Recipe / Doenjang (2010) - Film Tanıtımı


Bazı filmler vardır, senaryosuyla-oyunculuğuyla kendi duygusunu üretir. Bazı filmler de varlıklarını, varolan duyguya yaslanmaya veya atıf yapmaya borçludur. İlk sınıfa girenler -genelde- herkesin dilinde dolanan filmler olur. Yıllar boyu unutulmaz olurlar ve X Top, Y List vs gibi zeminlerde yaşamlarını sürdürürler. İkinci sınıfa girenlerse az sayıda insana ulaşırlar ve sadece onların dillerinde yaşarlar.

İfade etmeye çalıştığım ikinci sınıfın en büyük temsilcilerinden biri -günümüzde- Kore sineması. Çok da haklarını yemek istemem ama bu sinema için genel tanımlamam keçi boynuzudur. Bir damla bal için uzun uzadıya filmler... Tabii yanlış anlaşılmasın. Genel bakışımı aktarmak için bu şekilde tanımlıyorum, yoksa bazı filmler bir avuç bal da içerebiliyor. İşte o filmlerden biri The Recipe (Doenjang). Filmin Türkçe karşılığı, Tarif. İlk duyduğumda klasik aşçı filmlerindendir diye düşünmüştüm. Ama içimden bir ses de mutfağa hapsedilen filmlerden olmayacağını söylüyordu. O sesi dinledim ve başladım izlemeye.

Koreliler bu işi biliyorlar. Neredeyse tüm filmlerinin açılış bölümü gibi The Recipe'nin de ilk bölümü vurucu. Bu açılıştan sonra haliyle filme tam konsantre oluyorsunuz ve tipik Kore sineması vuruculuğuna sahip sonuna, sıkıcı gelişme bölümüne rağmen gelmeyi başarıyorsunuz.

Filmin karşılığı olan tarif, zahirde çok lezzetli bir yahninin tarifi... Ama tabii ki Asya naifliğini göz önünde bulundurunca, olayın yemekle sınırlı kalmayacağını tahmin etmek hiç de zor olmuyor. Dediğim gibi, film teknik açıdan ne kadar doyurur bilmiyorum ama sırf verdiği duygu bile izlemek için fazlasıyla yeterli. Özellikle son kısım için bile izlenebilir.

Film sıkıntısı çekiyorsanız, Hollywood'un tekelliğine karşı içinizde yükselen isyan dalgasına az da olsa omuz vermek isterseniz güzel bir alternatif olabilir The Recipe. Tüm Asya filmleri gibi beklentisiz izlemenizi hatırlatarak, huzurdan kaçayım.

6 / 10
Devamını Oku

16 Şubat 2011 Çarşamba

İyi Adama Bir İki Soru - Şiir Tanıtımı


İlk not: Yazı biraz ağır mı olmuş ne? Onun için bir not ekliyim istedim. Yazı herhangi belirli bir sistemi ele almıyor. İlla eşlemek istiyorsanız iki seçenek var; ya her sistemle alaka kurun ya da hiçbir sistemle kurmayın.
Kişiler-kurumlar hatta yargılar üstüdür, tüm göndermelerim.

Şu naciz hayatımda en fazla önemsediğim kavram, orjinallik. Sıradanlıktan aşırı derece nefret etmem mi orjinalliği bu derece önemsememi sağlıyor, orjinalliği önemsediğim için mi sıradanlıktan bu derece nefret ediyorum bilmiyorum ama kesin olan bir şey var ki; orjinallik candır. Dahası elzemdir. Lakin dikkat edilmesi gereken bazı durumlar var. Öncelikle orjinallik iyi diye, illa da orjinal olunmaya kasılmamalıdır. Bu yapıldığında olayın ruhu tamamen ortadan kalkar ve diğer sıradan(!) insanlardan hiç farkınız kalmaz.

Sıradan insan deyince, nasıl da üstümüze hiç alınmıyoruz değil mi? Halbuki hepimiz onlardanız. Hani şu genelde ''iyi insan'' denilen tiplerden. Sahipleri(!) tarafından atılan çomakları yakalamanın çok matah bir şey olduğuna inandırılmış insanlar... Çomağı yakalayarak sitemin adamlığı payesini kazandıklarında, nirvanaya ermişçesine huzurla dolan insanlar... Örnek gösterilen, hedef insan prototipleri...

Bu tip insan olmak hiç de zor değil aslında. Eğer hala orjinallikle hayatını devam ettiren ve bu modele gıptayla bakanlar varsa iki-üç adımda kolaylıkla ''iyi insan'' olabilirler. İlkin sorgulamaktan vazgeçin. Gerçek doğruya, sorgulamaktan ziyade var olanı kabullenmekle ulaşabileceğinizi sanmaya başlayın. Merak etmeyin gerekli tüm materyal, kurulu düzen tarafından önünüze serilecektir. Yakalamanız istenen çomaklar da çok geçmeden havalarda gözükmeye başlar zaten. İçgüdülerinizi serbest bırakın ve yakaladığınız çomakları sahibinize götürürken size vereceği ödülleri hayal ederek zevkten dört köşe olmaya bakın.

Sonra sistem içinde yükselmeye başlar ve belki de çomak atanlardan biri bile olabilirsiniz. Bu konuma yükseldiğinizde(!) de zaten olayı çözmüş olacaksınız ve benim bu önerilerime ihtiyacınız kalmayacak. Onun için burada yollarımız ayrılıyor şimdilik.

Gelelim bu yazının nereden çıktığına. Bu ''iyi insanların'' her daim çevremizde olduğunu bilsek de, bazı zamanlar yine de pişti oluyoruz bu tiplerle. Yine bu pişti durumlarından birinde, pişti olduğum ''iyi insana'' kendisinin ne durumda olduğunu anlatmaya çalıştım. Lakin ''söylenen hiçbir şeyi anlamamak'' başta olmak üzere, ''iyi insan'' olmanın tüm gereklilikleri hazır ve nazırdı bu güzel arkadaşımda. Son söz olarak kendisine bir şiir armağan etmiş ve ayrılmıştım.

Aradan geçen 2 seneye yakın süreden sonra az önce, o arkadaşımdan bir mail aldım. Ayrılırken verdiğim şiiri daha iyi anladığını, artık o ''iyi insan'' lardan olmadığını söylüyordu. Tabii bendeniz de henüz kesin sonuçlar veren bir tedavisi olmayan, tüm insanlığın bu ortak hastalığından bir kişinin daha kurtulmuş olmasının verdiği şevkle bilmeyenler için bu güzel şiiri paylaşayım dedim. Gerçi gördüğüm kadarıyla bloglarda bu tür yazılar pek rağbet görmüyor ama en azından şiire denk gelir umarım birileri ve ufak da olsa olumlu yönde etkilenirler. Bertolt Brecht'ten geliyorrrr;

İyi Adama Bir İki Soru
Anladık iyisin,
Ama neye yarıyor iyiliğin?

Seni kimse satın alamaz,
Eve düşen yıldırım da
Satın alınmaz.
Anladık dediğin dedik,
Ama dediğin ne?
Doğrusun, söylersin düşündüğünü,
Ama düşündüğün ne?
Yüreklisin,
Kime karşı?
Akıllısın,
Yararı kime?
Gözetmezsin kendi çıkarını,
Peki gözettiğin kimin ki?
Dostluğuna diyecek yok ya,
Dostların kimler?

Şimdi bizi iyi dinle:
Düşmanımızsın sen bizim
Dikeceğiz seni bir duvarın dibine
Ama madem bir sürü iyi yönün var
Dikeceğiz seni iyi bir duvarın dibine
İyi tüfeklerden çıkan
İyi kurşunlarla vuracağız seni.
Sonra da gömeceğiz
İyi bir kürekle
İyi bir toprağa.
Devamını Oku

15 Şubat 2011 Salı

İTÜ Kısa Film Yarışması ve Film Festivali


Kısa film yarışmalarının arttığını her daim tekrarlıyorum. Bunu kanıtlar nitelikte bir organizasyon daha var. İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde gerçekleştirilen yarışmanın bu sene üçüncüsü düzenleniyor.

25 – 29 Nisan tarihleri arasında düzenlenecek olan festival bünyesinde festival temasına ait uzun ve kısa metraj film gösterimleri, ulusal kısa film yarışması, atölye çalışmaları, söyleşiler ve yarışmada dereceye giren kısa filmlerin gösterimlerini içeren ve bunlara ek olarak film okumaları aktiviteleri dahilinde sinema dünyasının profesyonelleri ile film severleri kaynaştırarak sinemasal paylaşımları artırmayı hedefleyen festivalin bu yılki konsepti ”Bir Kısa Filmin Anatomisi”. Festival dahilindeki atölyelerde bu yıl bir kısa filmin yapım öncesi, yapım aşaması ve yapım sonrası incelenecekmiş.

Son başvuru tarihi 28 Mart bu arada. Katılım koşulları da şöyle;

1. Yarışmaya 2010 yılından itibaren çekilmiş filmler katılabilir.
2. Yarışmaya kurmaca, deneysel, animasyon ve belgesel türlerindeki filmler katılabilir.
3. Gönderilen filmlerin süreleri belgesel filmler için 30 dakika, diğer türler için 20 dakika ile sınırlandırılmıştır.
4. Bir katılımcı birden fazla filmiyle, birden fazla türde filmle katılabilir.
5. Yarışmaya daha önce başka yarışmalara veya festivallere katılmış filmler de katılabilir.
6. Katılımcı filminin DVD formatındaki iki (2) kopyasını, ayrı bir cd içerisinde filmle ilgili görüntüleri(setten fotoğraf ve filmden kare), başvuru formuyla birlikte 28 Mart 2011 tarihine kadar başvuru formunda belirtilen adresimize göndermelidir.
7. Gönderilecek filmler “İTÜ Sinema Kulübü Arşivi”nde saklanacak ve yönetmenin izni dahilinde farklı etkinliklerde kullanılabilecektir.
8. Festivalde İTÜ Sinema Kulübü tarafından belirlenmiş “Ön Jüri” değerlendirmesinden geçmiş filmler gösterilecek ve “Ana Jüri” tarafından seçilen filmler çeşitli kategorilerde ödüllendirilecektir.
9. Yarışmaya başvuran her katılımcı, katılım koşullarını kabul etmiş sayılır. Burada belirtilmeyen diğer tüm hususlar için karar yetkisi Festival Komitesi’nindir. Katılım koşullarını kabul eden kısa filmciler için hazırlanan başvuru formunu ise linke veya linkine tıklayarak indirebilrsiniz.
Ayrıntılı bilgi ve iletişim için:
Okan YILDIZ (Festival Koordinatörü)
0506 874 60 19 yıldızok@itu.edu.tr
Seyfettin CEYLAN (Festival İletişim Sorumlusu)
0535 522 25 31
hayaletgemisi@gmail.com
Devamını Oku

14 Şubat 2011 Pazartesi

Turna ve Gayda - Kitap Tanıtımı


Az önce mükemmel bir deneme kitabı bitirdim. Son zamanlarda en haz aldığım kitaptı sanırım. Her ne kadar uzun süre bitmemesi için uğraştıysam da, uygulanabilirliğin zirvesindeki bir yavaşlıkla okuduysam da... bitti. Yazarıyla ilgili hiç bilgim yoktu okumadan önce. Öylesine başladım, belki de bu sebeple -zaten girişten de anlayacağınız üzere- muazzam derece sevdim kitabı. Tabii denemeye olan ilgimin de illa katkısı vardır bunda.

Hayattaki her şeyi gruplandırırım ben. Daha sonra o gruplara böldüğüm şeyleri-kavramları-fikirleri-olayları çok daha fazla sayıda alt gruba ayırır ve herbirine anca birer değer biçerim. Yazın türlerinde de durum bu. Kaç defa değerlendirirsem değerlendireyim hepsinde deneme türü açık ara önde çıkıyor, sevgi scalamda. Bunun iki-üç kayda değer nedeni var. Öncelikle deneme türünde hiç sınır yok. Ucu bucağı olmayan tahayyül dünyanızla, istediğiniz gibi yön verebiliyorsunuz bahsetmek istediğiniz şeylere. Makale gibi herhangi bir ispat güdüsü ensenizde at koşturmuyor, aksine denemede jokey sizsiniz.

Bu durum yazarken de okurken de ayrı ayrı tadlar sunuyor. Yazarken potansiyelinizin, sınırsızlıkla türlü dirsek temaslarına girdiğine bizzat şahit oluyorsunuz. Okurken de -eğer güzel yazılmış bir denemeyse-, en az uzaylı iki canlının birbirlerinin gezegenlerine ayak basmaları kadar farklı bir evrene komşu olmanın garipliğini(!) yaşıyorsunuz. Sırf bu farklı duyguları tadma ihtimali bile, deneme türüne saygın bir bakış kazandırıyor nazarımda.

Denemeyi gereksiz(!) yere bu derece abartmamı ve bu satırları yazmamı sağlayan kitabın adı Turna ve Gayda. Dediğim gibi yazarı bendeniz için meçhuldü. Kitabı okuma nedenim de 2000 yılında Türkiye Yazarlar Birliği'nden yılın deneme ödülünü almış olmasıydı. Genelde en sevdiğim eserlerin ödüllendirilmekten uzak bir yaşam sürüyor olması, ödüllü eserlere karşı antipati geliştirmeme sebep olur ve ödüllü şeyleri okuyup-izleme konusunda pasif bir tutum takınırım. Bu antipatinin, önyargı mahsulü olduğuna kanaat getirince, ödüllü bir kitap alayım bakalım dedim ve başladım okumaya.

Kitap, giriş kısmı önyargımı doğrular mahiyette ama ortalarından sonra iyice açılan bir denemeyle başladı. Adı Oynum Yok. Bu tabire hem bazı arkadaşlarım sayesinde hem de annesi-babası başta olmak üzere, bir kuşak önceki tüm yakınları köyde yaşamış biri olarak gayet aşinayım. Şehirde doğmuş, şehirde yaşamış ve büyük olasılıkla şehirde ölecek biri olarak, köy yaşantısı her zaman efsanevi gelmiştir bana. Büyüklerimizin, çok eski çağlarmış gibi anlattıkları ve anlatırken aralara sık sık ''nerde o eski günler'' türünde içgeçirişler serpiştirdikleri köy anılarını kastediyorum tabii ki. Yoksa benim de yakalayabildiğim, tıpkı bizim şehirlerin batıya benzeme çabası gibi, kent yaşantısına özenerek köhneleştirdikleri hallerini değil.

Başta sanayileşme ve batılılaşma olmak üzere modernleşmenin tüm altdallarını hiçbir zaman tam olarak anlayamamış sistem ve uygulayıcılarının, tarihiyle-kültürüyle-insanıyla her daim kendinden söz ettiren bu memleketi bambaşka bir duruma getirmesi, kendimi bildim bileli en takıntılı olduğum tarihi süreçlerden biridir. Buradan devam etmek isterim ama blog uzun yazıyı pek kaldırmıyor. Onun için ''yazarın da bu duruma takmış bir uslüba sahip olması kitabı bu kadar sevmemi sağladı'' diyerek bağlamış olayım.

Aslında bu tutum toplumun geneline hakim. Lakin iş, çeşitli argümanlar üretmeye gelince garip bir pasiflik çöküyor insanımızın üzerine. Pasifivize olmamış olanlar da, genelde ''benim babam seninkini döver'' uslubundan çok da fazla kurtulamayan siyasi argümanlar geliştiriyor. Hal böyle olunca söylenmek istenenler, sözlerin kurbanı olup yarı yolda ruhunu teslim ediyor. İşte Berat Demirci bu konuda çok güzel bir açılım yapmış ve direkt siyasi söylem geliştirmek yerine, kendi hayatında şahit olduğu olayların sebep ve sonuçları üzerinden anlatmış bu yıkıcı sürecini.

Ne zaman tahsilleri sorulsa kendilerine has muzip edalarıyla ''hayat üniversitesini bitirdim'' diyen, görmüş-geçirmiş amcalar vardır ya çevremizde. Kitabi ilimlerden bihaberdirler ama dolu dolu konuşurlar. Sanki 2-3 yaşam sürmüşlerdir de anlata anlata bitiremiyorlardır. İşte o amcaların mürekkep yalamış hali gibi sanıyorum Berat Demirci'yi. Dili o kadar zevkli, o kadar akışkan...

Tanıyor olsam bizzat kutlardım kendilerini. Sivas'ta öğretim görevlisiymiş, orada üniversite okuyan birileri bu yazıya denk gelirlerse iletsinler tebriklerimi. Zira bu denli orjinal usluplar çok az geliyor dünyaya. Ne haddinden fazla romantik, ne de aşırı realist. Tam olarak insanın yüreğine giden yazılar var kitapta. Karşı görüş bile olsanız, gülmeye evrilen tebessüm zincirinden kurtulacağınızı sanmıyorum.

Okumakla arası çok da iyi olmayan biri olarak, bu kitabı çok kereler okuyacağımı sanıyorum. Hatta yazar fetişi olmayan ben, yazarın diğer kitaplarını düşünüyorum şuan. Alsam mı almasam mı diye.

Sözün özü, okuyun bu kitabı. Ben sevdim siz de sevin emi :)
Devamını Oku

13 Şubat 2011 Pazar

Kristal Klaket Kısa Film Yarışması


Son yıllarda kısa filmler ciddi bir yükseliş trendinde. Her yerde patır patır kısa film yarışmaları yapılıyor. Tabii bu çoşkun popülasyon, her şeyde olduğu gibi bunda da oto-kalitesizliği getiriyor. Bu şanımız yürüsün diye tertiplenen yarışmalar, kısa filmlere destek yerine köstek oluyor. Tabii kaliteli organizasyonlar da yok değil. Özellikle ödülleriyle dikkat çeken Kristal Klaket bunların başında geliyor. Fatih Üniversitesi bünyesinde bu sene dördüncüsü düzenlenen Kristal Klaket ödül olarak, birinciye verdiği 5.000 TL'nin yanında New York Film Akademisi'nde 8 haftalık bir eğitim programı da sunuyor.


Organizasyonun sponsorluğunu Bank Asya yapıyor. Bu konulardaki sponsorluklarıyla son yıllarda tüm bankalara açık ara fark atan Akbank'ın artık güçlü bir rakibi var diyebiliriz. Keşke tüm bankalara bu tip zorunluluklar verilse. Hiçbir banka diğerine en ufak fark bile atamasa...

Kristal Klaket'i diğerlerinden ayıran önemli bir özelliği de jüri üyeleri. Bu seneki jüri Kenan Işık, Altın Ayı ödüllü Semih Kaplanoğlu, Derviş Zaim, Nefes filmindeki muazzam performansıyla dikkat çeken Mete Horozoğlu, Ahmet Yenilmez, Hülya Koçyiğit, Özgür Yiğit, Ediz Hun, Hasan Kaçan, Osman Turhan ve Çoşkun Aral gibi her biri kendi dalında söz sahibi sanatçılardan oluşuyor. Bu gözler de hakeden filmi seçemeyeceklerse kim seçer ki?


Yarışma kurmaca, belgesel ve animasyon olarak 3 kategoriye sahip. Bu 3 kategoride toplam 268 film katılmış bu sene. Son olarak kurmaca dalında 20, belgesel dalında 10 ve animasyon dalında 7 tane olmak üzere 37 finalist film belirlenmiş. 17 Şubat 2011'de Maslak TİM Center'da düzenlenecek ödül töreniyle de kananlar belli olacakmış.

Seneye katılmak isteyenlere de duyuru olsun. Herhangi bir kısıtlama yok, herkes yarışmaya istediği kadar filmle katılabilir. Fikirleri olanlar kaçırmasın.

Finale kalan filmler şöyle;
 
İşte Finale Kalan Filmler;
 

Kurmaca
1 Çizgi 1 Nota - Irmak Sueri
Anı Yaşamak - Hakan Metin Mercan
Beni Seviyorum - Derin Kıvaner
Bisiklet - İ. Serhat Karaaslan
Bizatihi Şey - Murat İncedemir
Bugün Yok - İsmet Kurtuluş
Buğdaylar Dökülürken - Orhan İnce
Cennette Ölüm Var - Savaş Baykal
Epiphania - Can Boyacıoğlu
Gren - Volkan Karagül
Güneşin Karanlığı - Ayşegül Yadigar
Hayali İhracat - Gizem Elçi
Kağıttan Cinayetler - Selin Cevizli
Kar - Erol Mintaş
Kiralık (zu Vermieten) - Emre Karapınar
Pembe Firkete - İlker Yurdagüven
Siyah Beyaz Gri - Alpgiray Uğurlu
Topaç - Mehmet Genç
Üç Renk ve Kara - Metin Akça
Veda - Eren Ataç
 

Belgesel
12 Eylül'den 12 Eylül'e - Mert Bayraktar
Araf - Serdar Çetinkaya
Camgeran - Nagihan Çakar
Deremen - Salih Keskin
Mada - Musa Ak
Mimar Kemaleddin - Veysel Cihan Hızar
Oyuncaklarla Konuştum - Ayşe Yıldırım
Sinyal Yok - Sinan Sertel
Ustam Anlatsın Beni - Sevilay Bellice
Vefa - Erdem Çiçek


Animasyon
Karanlık Güzeldir - Murat Kılıç
Rewind - Furkan Çekmece
Rüzgar - Murat Kılıç
Kavuşma - Murat Pay
Özgürlük - Ozan Balki
Gibi - Semih Vardar
Metamorfoz - Yasin Arslan
Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...