26 Şubat 2011 Cumartesi

127 Hours (2010) - Geçer Mi 127 Saat?


Blogun başlık kralı bu film sanırım. Daha vizyon görmeden bile şurada ve şurada 2 post atmıştım. O başlıklarda da görüleceği üzere ilk teaserla bekleme konumuna geçip, fragmanla beraber sabırsızlanmaya başlamıştım. O derece bekliyordum filmi. Tüm beklentilerimi karşıladı sağolsun. Hatta fazlasını...

127 Hours da, bu senenin -izlediğim- diğer tek mekan filmleri gibi güzel. Frozen'den çok çok daha iyi. Buried'i de heyecanın son tura kadar süreceği ama finishi daha önce göreceği bir yarışta geçer. Buried'de de acayip darlanmıştım, nefesim kesilir gibi olmuştu. 127 Hours'un kesinlikle aşağı kalır yanı yok bu tip etkiler göstertmekte. Birbiriyle alakasız -illa da alaka kurulacaksa zıt kutuplarda bulunan- duyguları aynı anda hissettim 90 dakika boyunca. Bu açıdan çok başarılı diyebilirim filme.

Hala filmin konusu nedir bilmeyen var mıdır bilmiyorum. Çünkü spoilerden nefret eden ben bile filmi izlemeden, hatta fragmanlardan itibaren filmle ilgili her şeyi anlamıştım. Tüm senenin en fazla beklenen yapımlarından biri olması hasebiyle yaptığı süksenin üstüne filmin türü de eklenince, filmde sürpriz mürpriz kalmamıştı. Zira film, başkarakter olan Aron Ralston'un başına gelenleri yazdığı Between a Rock and a Hard Place adlı kitaptan uyarlanma. Buna rağmen hala "yok ben kurtardım kendimi bu sükseden, hiçbir şey bilmiyorum konuya dair" diyenler varsa bir sonraki paragrafı atlayabilirler. Ama ben rahatsız olmadım bunlardan, okunsa da çok bir şey kaybedilmez kanımca.


Film Aron Ralston adında tamamen uçarı birinin başına gelenleri anlatıyor. Ama öyle böyle değil, çok uçuk biri. İki saniye yerinde duramıyor. Tek başına kanyonları geçip, buzullara tırmanıyor. Film ise fragmanda da görüldüğü üzere bu Aron kişisinin, kuş uçmaz kervan geçmez bir kuytuda devasa bir kaya marifetiyle sıkışıp kalmasını anlatıyor. E zaten bunları yazdığı bir kitap olduğuna göre, belli ki kurtulmuş. Hatta filmin en büyük spoileri ismi oluyor bu durumda. Belli ki bu kurtulma olayı da 127 saat sürmüş. İşte filmin en büyük başarısı burada bana kalırsa. Buried'deki gibi herhangi bir merak konusu yok. Adamın kurtulacağı kesin. Dediğim gibi hiç sürpriz yok. İşin kötüsü herhangi bir sürpriz olma ihtimali de yok.

Buna rağmen nasıl gerim gerim gerildim, nasıl kızarıp bozardım film boyunca bir de bana sorun. Filmde yer yer karakterle beraber aynı çaresizlik kuyusuna düşüp aynı ümitsizlik denizinde boğuluyorsunuz. Yer yer de yine karakterin o psikopata bağlayan yaşam mücadelesiyle canlanıp, hayata tüm uzuvlarınızla(!) sıkıca tutunuyorsunuz.

Filmin gerçek bir olayı anlattığına kolay kolay inanmak istemedim izlerken. 3-4 defa zihnen filmden kopup kopup kendi yaşamıma şükrettim, film süresince. Aron Ralston'un yapması gereken tercihlerle karşılaşmadığım için dünyanın en şanslı insanı saydım kendimi. Onun yaptığı ufak gibi görünen ama felaket getiren yanlışları yapmamak için motive ederken buldum kendimi. Maceraymış, çılgınlıkmış, "genciz, o zaman çıldırrrrrr" tandanslı hayallerime ket üstüne ket vururken yakaladım içsesimi... Her insanı bu derece etkiler diye bir iddiam yok. Hatta izleyeceklerin en azından yarısı bu dediklerimin çeyreğini bile hissetmeyecektir. Ama tam konsantrasyonla izleyenlerde yüzde yüz bu duygular canlanacak diyebilirim.


Filmin yönetmeni, bu kadar tanınmasını Slumdog Millionaire'e borçlu olan Danny Boyle. Kamerayı, sadece kamera olarak kullanmayan nadir yönetmenlerdendir kendisi. Kendine has imza hareketleri vardır, nerede görseniz hemen anlarsınız Danny Boyle'nin çektiğini. Bu film de tamamen öyle olmuş. Filmin kendi içindeki durağanlığını, aksiyonel ekran efektleriyle gayet güzel şenlendirmiş. Bu filmin bir de şöyle bir özelliği var Danny Boyle açısından. Bugüne kadar yönetmenlik ve yapımcılık yaparken, bu filmle beraber senaristlik kariyeri de başlamış oldu. Gerçi Slumdog Millionaire ile hafiften ekuri olma yolunda ilerledikleri senarist Simon Beaufoy'un asıl yükü omuzladığını düşünsem de, sadece yönetmekle kalmayıp kalemin ucundan tutmaya başlaması bile sevindirici Danny Boyle'nin. Yazanlara her zaman ayrı bir sempatim vardır. Devam eder umarım.

Bu senenin garip bir yanı var. Oscar'la gündeme gelen filmlerin geneli, hatta hepsi üstün oyuncu performansları barındırıyor. Sadece buna bağlamak yanlış olsa da, oyunculukların bu filmlere kesinlikle çok büyük katkısı var. Zaten genel bir bakış attığımızda bu filmlerin bu denli isim yapmalarının altında, isim yapmış yönetmenlerle üstün performans göstermiş oyuncuların bileşkesini görüyoruz. Ya da en azından benim açımdan böyle görünüyor diyelim. Zira tüm fazla adaylığı olan filmleri sevsem de aralarında sadece Inception açık ara önde gibime geliyor. Diğer filmler ise bu dediğim sınıfı oluşturuyor. Yani oyuncularının performanslarıyla yükselen filmler grubuna.


127 Hours da bu sınıfın gözde öğrencilerinden. Diğer aday filmlerdeki gibi, bu filmde de çok beğendiğim bir performans izledim. James Franco'yu ilk Spider-Man'den hatırlıyoruz genelimiz ama benim takip radarıma girdiği ilk film Tristan + Isolde. Üzerine konuşulacak enfes bir performans olmasa da boşuna Spider-Man'de oynamamış demiştim o filmle beraber. Sonrasında hep aradığım oyunculardan oldu. Sırf o oynadı diye filmler izledim. Böylesine sevdiğim bir oyuncunun sadece kendi kariyerinin değil, genel oyunculuk zirvesinin eteklerinde dolaşan bir performans sergilemiş olması çok sevindirici.

127 Hours bir hikaye filmi olmadığından duygu aktarımında yönetmen ve senaristlerden çok daha fazla yük, oyunculara/oyuncuya düşüyor. Üstüne bir de tek mekan-tek karakter filmi olunca duygu aktarımı daha bir zorlaşıyor. Bu perspektiften bakınca James Franco'nun performansı bir kat daha büyüyor. Büyüyor ama Oscar'ı alacak kadar mı derseniz, hayır derim. Zira Colin Firth bu senenin açık ara lideri. Bu da James Franco'nun şansı herhalde. Sen git üstün bir performans sergile. İlk Oscar adaylığını da kap. Karşına Colin Firth'in VI. George performansı çıksın sonra.

Tek mekan dezavantajlarına hapsolmamak için yapılan birkaç hamle var filmde. Birçoğu da kurnazca yapılmış. Kurnazlık ithamıyla tatlı-sert eleştirilmeyecek bir şey varsa filmin o kısmında, kesinlikle müzikler. Çok başarılı buldum. Zaten A.R. Rahman ne yaparsa güzel yapar bir abi. A.R. Rahman'a hakkını teslim ettikten sonra finaldeki parçaya ayrıca dikkat çekmek lazım. En sevdiğim gruplardandır Sigur Ros. Takip edilesi bir gruptur. Uçuk kaçıktırlar ama enfes parçaları vardır. Finalde de Med Sud I Eyrum Vid Spilum Endalaust albümünlerindeki Festival parçası çalışıyor. Özellikle parçanın 2 bölümlük olması, ikinci kısmının ilkine göre insanı yerinde durdurmayan bir ritme sahip olması vs bence muhteşem uymuş o bölüme. Her sevdiğim parçanın özel bir duygusu vardır bende. Festival'inki de okyanusların ışık görmeyen derinliklerinden, güneşin yok eden aydınlığına yolculuk yapmak gibi bir histir. Finaldeki o bölüm yine aynen böyle hissettirdi. Müzikle hikaye anlatımını en iyi kullanan yönetmenlerden biri olduğu için, filmin sonunda biraz daha sevdim Danny Boyle'yi.

Artık Oscar törenine hazırım diyebilirim. Sadece True Grit kaldı ama onu da izleyeceğimi sanmıyorum hal-i hazırdaki imkanlar dolayısıyla. Tören gecesinin komikliklerini-şakalarını kaçırma ihtimali böylelikle gayet azaldı. İyi bir tören izleriz umarım. Filmdeki talk show performansının yarısı bile yeter tören için James Franco'ya. Bu arada törende birinin James Franco'ya su vermesini bekliyorum. Eğer bu espriyi yapacak kişi Colin Firth olursa, hele de En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alırken verirse suyu, hafızalarda uzunca süre kalır sanırım. Colin'i tanıyan varsa bir zahmet sunsun bu fikri kendisine. Gerçi gördüğüm kadarıyla çok beyefendi birisi Colin Firth ama gerçekten güzel olurdu sanki :)

8 / 10

9 yorum:

  1. Sırf şu yazı için bile izlenir ya. Eline sağlık.

    YanıtlaSil
  2. Buried'i duymamıştım. Dün yazıyı okuyunca 127 Hours'u izledim. Eğer hemen yazıda övdüğün kadarsa ona da bakmak lazım. Eline ağzına sağlık.

    Sondaki espiriyi anlamamıştım, filmi izleyince gül gül öldüm :D

    YanıtlaSil
  3. @Firuza
    Blogda buriedin yazısı da var. O yazıdan sonra zaten izlememek imkansız :)

    YanıtlaSil
  4. @Dilara
    Evet ya varmış hiç farkında bile değilim. Yeni keşfettim blogu, daha çok bakılacak balık var. Gerçi izledim bile :)

    YanıtlaSil
  5. "Birbiriyle alakasız -illa da alaka kurulacaksa zıt kutuplarda bulunan- duyguları aynı anda hissettim 90 dakika boyunca."
    Nasıl bir ifadedir kardeşim bu :) Ağzına sağlık. Aynı dediğin gibi. Soğuk sulardan kızgın çöllere gitmiş kadar oldum birkaç defa.

    YanıtlaSil
  6. Eline ağzına sağlık. Oscar'a da adaymış ama hiç duymadım filmi. Yazıyı okuyunca bir cevher var gibi geldi. Varmış...

    Gerçi film bahane. Yazılarına ilgiyle takip ediyorum. Son zamanlarda yazmadığını tek farkeden ben değilim sanırım :)

    YanıtlaSil
  7. İzlerken içim gitti ya. Çok etkilendim. Süperdi.

    YanıtlaSil
  8. Sağolasın varolasın. Yazıyı okudum, filmi izlememe sebep oldun. Çok sevdim, çok etkilendim. Sanırım ben de Sigur Ros hastası oldum :)

    YanıtlaSil
  9. 3 yazı okudum şimdi. 3'ü de avladı diyebilirim. Ağzına sağlık. Bu tür yaızların devam eder umarım. Kalemine sağlık.

    YanıtlaSil

Yorumunuz blog sahibinin onayından sonra yayınlanacaktır.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...