20 Şubat 2011 Pazar

The King's Speech (2010) - Colin, O Nasıl Performanstır Öyle?

İlk Uyarı: Spoiler yoktur.


Malum, Oscar'a sayılı günler kaldı. Her ne kadar ''nerede o eski Oscar'lar'' diyorsak da, hala bir alternatif çıkmadı bu organizasyonun karşısına. Dolayısıyla hala açık ara liderliğini koruyor ve hala senenin en çok beklenen gecesinin ev sahipliğini Akademi üstleniyor. Bize de o geceyi beklemek kalıyor.

Tabii o geceden zevk almak istiyorsak da yapılması gereken bazı şeyler var. Öncelikle önemli adaylığı olan filmler olmak üzere aday filmleri izlemek lazım. Yoksa hem bazı şakalar havada kalıyor hem de yaptığınız kritikler hedefe ulaşmıyor. Zaman içerisinde asıl ödüle aday 10 filmden 6'sını izlemiştim. Son haftaya kadar beklettim diğerlerini ama bu saatten sonra beklemeye değmez diyerekten kalan 4 iddialı filme başlamış oldum The King's Speech'le.

Filmin konusunu bilmeyen yoktur diye hatırlatma yapmış olalım. The King's Speech, -isminden de anlaşılacağı üzere- özel bir konuşma üzerine kurulu. Kekemelik sorunu olan İngiltere Kralı VI. George'nin hayatına kısa bir bakış atıyoruz filmde. Kral VI. George'nin görev süresi II. Dünya Savaşı yıllarına denk geliyor ve kekeme olan kralın böylesine zor bir dönemde halkına hitap ederken ne tür bir sıkıntı çekeceğini tahmin edersiniz...

Yukarıda görev süresi dedim, belki dikkat çekmiştir. Kral deyince aslında hüküm süresi vs denir ama İngiltere'de durumlar biraz farklı. Ufacık değinelim ona da. İngililtere, futbola kadar herbir şeylerin anavatanı diye geçer. Anavatanı olduğu şeylerden biri de demokrasidir. 1215'te halkların yöneticilere karşı ilk zaferi olan Magna Carta sözleşmesi bu ülkede imzalanmıştır. Bilmeyenler ve hatırlamayanlar için söylemiş olalım, Magna Carta kralın yetkilerini azaltan ilk antlaşmadır.


Böyle bir geleneğe sahip olunca, ister istemez bizden çok daha önce başarmışlardır bazı şeyleri bu İngilizler. Kraliyet mevzusu da bunlardan biri. Bizim 1920'lerde yaşadığımız tramva onlarda yaşanmamıştır. Süreç içinde daha yumuşak adımlarla bu günlere gelinmiştir ve Krallık külliyen ortadan kalkmamıştır. Günümüzde de devam etmektedir zaten. Ama bilindik hüküm gücünden bağımsızdır bu devam eden Krallık anlayışı. Daha çok halkın seçtiklerinin karşısında tüm ülkenin sesi gibi işler Kraliyet çarkı. Bir nevi, tüm ülkeyi kucaklayan renksiz bir parti gibi.

Değinmeden geçmeyelim, her ne kadar gerçek VI. George'nin kekemelik sorunundan bihaber olsak da, II. Dünya Savaşı'nda halkın bütünleşmesine çok katkısı olmuştur bu kralın. Nazi Almanyasının, Kıta Avrupasını istila etmeye kalkması ve biraz da başarılı olması karşısında halkın birarada kalmasının ve direnmesinin simgelerinden biri olmuştur IV. George. Bu yönden saygın kişiliklerdendir kendileri. Belki bunun da biraz etkisi olabilir filmi sevmiş olmamda.

Çok yalın bir anlatıma sahip The King's Speech. Zaten benim sevmemen imkansız gibiydi. Efsane mini dizilerden John Adams'ın yönetmeni Tom Hooper'ın yönetmen koltuğunda olduğunu biliyordum ve kendimden emin başladım izlemeye. Tıpkı John Adams'a hakim olan yöneticilerin de insan olduğu vurgusu, bu filmin de en göze çarpan rengi.

Burada değinmeden geçemeyeceğim. Son yılllarda sinema sektörü geliştikçe hepimiz ''keşke bizim de tarihi filmlerimiz olsa, elin gevuru olmayan tarihlerini allandıra pullandıra anlatıyor bizim şanlı tarihimiz öyle yatıyor kenarda'' demeye başladık. Bu tür yapımlar belki de bu haykırışımıza en güzel cevabı veriyor. Tarihi filmlerin başarısı fetihleri, cengaverlikleri anlatmasından değil de insanların hikayesine odaklanmasıyla mümkün. Bizim yanlışımız burada sanki. Biz hep ''İstanbul'u nasıl da fethettik olummm, Bizans ağladı ağladı beaaa'' tonundan yaklaşıyoruz olaya. The King's Speech gibi, John Adams gibi hem politik hem de tarihi filmlerin temel başarı sebebi insan odaklı olmaları bana göre.


Yönetmen dediğim gibi çok başarılı. Ama filme damgasını vuran kesinlikle Colin Firth. Son zamanlarda izlediğim en güzel performanstı. Özellikle bu yılki izlediklerim arasında açık ara önde. Bu sebeple Oscar'ı almama ihtimali limit sıfır. İzlerken hayran olmamak elde değil. Aslında genel bir oyunculuk şöleni gibi The King's Speech. Geoffrey Rush ve Helena Bonham Carter'ın performansları da çok başarılı. Her ne kadar The Fighter'daki Christian Bale'nin performansını görmeden konuşmak istemesem de, Geoffrey Rush şuan izlediğim filmler arasında açık ara önce yardımcı rolde.

Bir de filmi izlerken Hz. Musa'yı (as) hatırladığımı söylemeliyim. Biliyorsunuz O'nun (as) da konuşma sıkıntısı vardı. Bazı kaynaklarda kekeme diye geçse de genel kanı peltek olduğunu söyler. Buna dayanak olarak da şu bilindik ateş-kor-dil yakma kıssası gösterilir. Sadece konuşma bozukluklarının olması değil, İkisi de başa geçince bu sorundan kurtulmuşlardır. Diğer bazı benzerlikler de var ama spoiler olmasın diye izleyenlere bırakayım onu da.

Ve-l hasıl çok sevdim filmi. Bu senenin en kalitelilerinden biri. Oscar'ı alırsa gam yemem. Gerçi kaybetse de The Social Network alacak gibi, o zaman da gam yemem. İkisi de çok güzel filmler. Bu seneki adaylar sanki geçtiğimiz yıllardan daha mı güçlü ne?

Son olarak filmi çeviren nazo82'ye özel bir teşekkürler. Son zamanlarda bu derece hoşlandığım bir çeviri olmamıştı. Allah eksikliğini göstermesin :)

8 / 10

1 yorum:

  1. Bir yanda kendine güveni henüz gerçekleşmemiş bir majesteleri adayı, bir yanda işini çok iyi bilen ve asla vazgeçmeyen bir usta, bir yanda aşkı için her şeyi bi kenara atabilen biri.. Muhteşem performanslarla gözdoldurucu bi hikaye. Film çok yalın ve akıcı. İzlenmeli. Tekrar yapmayı düşünüyorum.
    Yazı için de ayrıca eline koluna sağlık:)

    YanıtlaSil

Yorumunuz blog sahibinin onayından sonra yayınlanacaktır.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...