27 Kasım 2010 Cumartesi

Ip Man (2008) - Ip Man 1 - Japonya 0


Türk gençliği olarak Asya filmleriyle bağımız çok güçlü değildir bizim. Tek bir bağlantımız vardır bu sinemayla, o da Bruce Lee'yle başlayıp Jackie Chan'le iyice parlayıp Jet Li'yle de gümbür gümbür devam eden ''dövüş filmleri''dir. Aslında bu sıralamayı genel algının böyle olması sebebiyle yazdım. Yoksa filmde de has kahramanımızı oynayan Donnie Yen varken, bu sinemanın günümüz temsilciliğini bu kadar da kolay alamaz Jet Li.

Aslında Asya filmleri deyince benim aklıma ilk olarak hüzün gelir, genel algı olan ''dövüş''ün tersine. Bunun üzerine bir çalışma var mı bilmiyorum ama genel algı gördüğüm kadarıyla böyle. Filmin başarısı da sanırım bu farklı algı ve beklentilere cevap verebiliyor olmasından kaynaklanıyor.

Ticaret yollarının göbeğinde bulunması sebebiyle halkı gayet rahat yaşayan Foshan'da geçiyor öykümüz. Hayat müreffeh olunca, yaşam mücadelesinin yerini sosyal zevkler almış haliyle şehirde. İşte böyle bir ortamda kendi halinde yaşayan Ip Man, muazzam Kung Fu yeteneğini yer yer ailesini bile ihmal edip sabah akşam yaptığı idmanlarla birleştirerek, o ana kadar sadece sözlü geleneklerle yaşayagelen Wing Chun'u metodsallaştırarak gününü gün ediyor.

Ama asıl konu şehir yaşantısı değil tabii. Patlayan Çin-Japon savaşı filme çok ayrı bir boyut kazandırıyor. Savaş öncesinde kendi halinde gayet sakin bir yaşantısı olan Ip Man, bu savaşla beraber neredeyse bir halk kahramanı olup çıkıyor karşımıza. Ip Man'in filme yansıtılan kişiliği, yer yer abartılan Çin milliyetçiliğini bile mazur gösterebiliyor.O derece naif bir abimiz. Ip Man'in gerçek kişiliğine de çokça atıf var filmde. Nazikliği, alçak gönüllüğü, zenginken savaşla beraber fakirleşmesi hatta ufak da olsa gırtlak kanserinden ölmesi bile anımsatılmış.

Film her yönüyle güzel de beni vuran iki önemli özelliği var filmin. İlki kesinlikle ama kesinlikle iade-i itibar formatında olması.  Kaynaklar her zaman daha anlamlıdır ve daha değerlidir benim gözümde. Yani Aristo bilişsel dünyayı ne kadar geliştirmiş olsa da, Sokrates ve Platon'un katkıları altında her zaman ezilecektir. Bu garip belki de alakasız örneği Bruce Lee için veriyorum. Bu müthiş dövüşçünün ustasını bir filmle tanımamalıydı dünya. Bruce Lee çıkar çıkmaz kendisinden önce ustasının ismi yayılmalıydı dünyaya. Belki biraz romantik bir yaklaşım bu ama böyle olmalı bence. İşte bu gecikmiş saygıyı yerine getirmesi benim için filmin en önemli noktasıdır. İkincisi ise müzikleri. Bir filmde en dikkat ettiğim noktalardan biri de müzikleridir. Hikayenin ruhuna birebir uyan mükemmel epik müziklere sahip film.

Film bu kadar güzel olunca haliyle arz-talep doğrultusunda 2. ve 3. filmler de geldi. Ama onları henüz izlemedim. Aslında bu filmi de kalan filmleri izlemeye niyet edince şöyle bir daha hatırlamak için izledim. Ama asıl derdim devam filmleri değil bu arada, önce 2010'da gösterileceği duyurulan şimdiyse 2012'ye ertelenmiş olan The Grand Master filmi. İsmini Ip Man'in lakabından alan bu yapımın kadrosu bile heyecanlandırmaya yetiyor insanı. ''Donnie Yen'den daha iyi kim oynar Ip Man'i'' deseler kesinlikle Tony Leung derdim, tabii Chiu Wai olanını. İsme yabancı olanlar Red Cliff'teki başrolden tanıyacaklardır. Ip Man'in dinginliğini, üstüne en güzel o sindirebilir gibime geliyor. Daha fazla ertelenmese bari.

Bu güzel filmi izlemeyenlere şöyle afili bir selam çakıp huzurlu(!) yatağımın yolunu tutayım ben. Zira 40 saati aştı son kalkıştan. Diğer yazılara nazaran yavan olduğunun farkındayım ama idare ediverin bu seferlik :)
Devamını Oku

25 Kasım 2010 Perşembe

Batman: The Dark Knight (2008) - Why So Serious!?


İzlediğim filmleri genelde tekrar izlemeyen biri olarak Batman Begins'i geçenlerde bir kere daha izleyip üzerine bir şeyler yazmıştım. Üçüncü kez izlediğim ilk film olmuştu böylelikle Batman Begins. Onun verdiği gazla ve The Dark Knight'ın güzel asistiyle ikinci 3'lüğümü atmış bulunuyorum şimdi. Sanırım film tekrarlamak sandığım kadar kötü bir şey değilmiş.

O yazıda da bahsetmiştim, Batman farklıdır. Superman gibi uçamaz, gözlerinden garip ışınlar saçamaz. Hulk gibi hayvani bir güçle düşmanlarını ezemez. Wolverine gibi ölümcül yaralar aldığında tekrardan iyileşemez. Diğer bilumum süper kahramanlar gibi, suçlulara karşı koyarken iç saha avantajını bilim-kurgu çimleriyle döşenmiş Marvel dünyasıyla değerlendiremez... Bu sebeplerle gayet insani bir biçimde, ''vayy beaa abime bak. Hem insan hem süper kahraman heaa? Seviyorum seni Batman'' repliklerini Tarkanvari ''sen başkasın, bambaşkasınnn'' melodileriyle süsleyip Batman'i ayrı bir yere oturturuz. O yer, bizim yanımızdır. Saygındır ama bizdendir Batman. Superman gibi uçamayacağımızı bildiğimizden -3 yaşındaki çocuklar hariç- kimse Superman olmaya çalışmaz. Ama Batman'in varlığı, kötülükle başa çıkabileceğimizi fısıldar bizlere. Süper güçlerinin olmaması onu bizim idolümüz yapar.

Chistopher Nolan, Batman Begins'le Batman'in neden ortaya çıktığını, Bruce Wayne'nin nasıl bir değişim geçirdiğini gayet ustaca aktarmıştı. Bu filmden sonra ise ilk filmin, Batman'in iç dünya panaroması olduğunu bir kere daha ama bu sefer daha bir şiddetli anlıyoruz. Çünkü The Dark Knight'la beraber, durum başka bir hal almış vaziyette. İlk filmde işlenen korku ve adalet kavramlarının yerini belki de en önemli kavramımız olan etik alıyor The Dark Knight'da.

V for Vendetta yazısında insanoğlunun kaypaklığına az da olsa değinmiştim. Evet insanoğlu kaypaktır. Demokrasi havarisi kesilirken bir anda faşizmin doruklarına ışınlanabilir. Gelişmeleri kendi süzgecinde istediği gibi anlamlandırıp, gelişmeler karşısında takınacağı tutumun sonucu olan kötü şeyleri, istisna dahası gerekli müdahaleler olarak görebilir. Böyle bir kabiliyete sahibiz ne yazık ki. Bir yakınımız hapisteyken kader mahkumu kavramını sahiplenirken, hapishaneyle en ufak ilişkimiz yokken yoldan sapmış zorba olabilir gözümüzde, o potansiyel kader mahkumları. Bu hep böyledir ve hiçbir zaman düzelmeyecektir. İdeal yönetim biçimi sırf bu sebeple imkansızdır. Bu sebeplerle dişlilerinin insanlar olduğu bir çark, ilelebet dönmemekle lanetlenmiştir benim gözümde. İşte film bu derin yaraya dokunuyor, ruhuna işlemiş ikiyüzlülüğüyle.

Hollywood'a hepimiz vururuz. Yok şöyledir, yok böyledir diyerek. Tamamen doğru olmasa da hepten de yanlış değildir bu. Amerikan halkının varoluşuyla doğru orantılı bir toplum mühendisliği illa ki vardır dünyada, özellikle de Amerika'da. En başta var oldukları gibi gelişimleri de hep bir sentetizm kokar bu halkın. Resmen ruhsuzdurlar. Resmen diyorum, çünkü gerçekten bir millet olarak gitmemişlerdir yeni kıtaya. Bu ruhsuzluklarına, bu tarihsizliklerine-geçmişsizliklerine rağmen aşırı bir milletçiliğe sahiptirler ama. Bu durum bile Amerikan halkının nasıl bir mühendislik harikası olduğunu gözler önüne serer. Günümüzde en işlevsel kullanılan toplum mühendisliği silahı da -haliyle- Hollywood özelinde sinemayken, Hollywood'a bu denli kolay sallamamak elde olmayabiliyor çoğu zaman.

The Dark Knight'a bu sinemanın bir temsilcisi demek benim haddim değil, kimsenin olmadığı gibi. Ama bu belirttiğim sinemayla az da olsa kesinlikle aynı rotada buluşan sekansları mevcut filmin; Çin malına yapılan vurgular, elini-kolunu-pelerinini sallayıp koskoca Çin'den adam almalar, Roma tarihiyle bezenmiş demokrasi için özgürlükten vazgeçilmesi gerekliliği üzerine atılan nutuklar, özel hayattan önemsiz bir şeymiş gibi bahsedilen sahneler...

Film, Batman gibi hakkında sürüyle yapım yayınlanmış bir karaktere sahne sahipliği yapınca ister istemez diğer yapımlarla karşılaştırmak zorunlu hale geliyor. Aslında hepsiyle ayrı ayrı karşılaştırma yapmak biraz abes. Zira Tim Burton gibi bir usta varsa rakipler arasında, diğer rakipleri işin içine karıştırmak kanımca biraz saygısızlık olacaktır. Aslında bu girişten sonra ''madem Tim Burton bu denli saygın birisi, ne diye Nolan'la kıyaslama yapıyorsun ki kardeşim'' denilebilir kıyaslama yapanlara. Onların yerine ben cevap vereyim; ellerinde değil. Nolan öyle bir seriye başladı ki Tim Burton'u bile bazı dimağlardan silmeyi başardı. En azından bazı dimağların The Lorf Of The Batman's Directors koltuğundan diyelim. Biraz abartı gibi gelse de ben bu görüşteyim. Çizgi roman aşkı had safhada olanlar buna katılmıyorlar ama yapacak bir şey yok.

Çizgi roman hiçbir zaman çok popüler olmadı dünyada. Ama günümüzdeki kadar da silik olmamıştır sanırım. Bunun sebebi dünyamızın kirlenmesi diyebiliriz. O kadar bilgilendik o kadar kirlendik ki bu bilgi kırıntılarıyla, artık çizgi roman gibi şeyler dişimizin kovuğuna bile yetmez hale geldi. Sanırım bu sebeple çizgi romandan bir hayli uzak yansıttı Batman'i, Christopher Nolan. Bence iyi de etti. Bu hali bile aşırı karanlıkken Gotham'ın, orijinaline dayanabilir miydim bilmiyorum.

Bundan başka, karşılaştırma deyince akla hemen Joker efsanesi geliyor. Tabii Joker'in haddizatında Jack Nicholson ve Jack Nicholson'un efsane performansını bence biraz da trajik ölümüyle silen -tamam hadi bazılarına göre sarsan- Heath Ledger. Performans konusunda çok fazla polemiğe gerek yok aslında. Herkes safını zaten belirlemiştir ama yeri gelmişken Nolan'a sayılı eleştirilerimden birini daha yapmam lazım. Abicim hem bu kadar etkileyici hem de bu kadar boş bir karakter nasıl yapabiliyorsun yavvv? Adamın geçmişiyle ilgili bir şey öğrenemiyoruz filmde. Buna rağmen Batman'i bile silen bir karakter olmayı başarıyor nasıl oluyorsa.

Aslında karakter analizine girmek çok sakat bu filmde. Bu kadar çok karakter nasıl oluyor da işlenebiliyor şaşırmamak elde değil. Batman'i var, Joker'i var araya bir de Harvey Dent sıkıştırılmış. Böyle sıkıştırılmaya can kurban aslında. Film de bu karakterlerin bayrak yarışı gibi. Birisinin bıraktığı yerden diğeri alıyor olayı. Karakter vurguları çok sağlamdı bana kalırsa Dent'in. Özellikle lakabına yaraşır hale gelmesi ve madeni parası çok güzel işlenmiş.

''Bazen gerçek, yeterince iyi değildir'', ''bazen insanlar, inançlarının ödülünü alır'' ''-neden kaçıyor baba? -çünkü kovalamamız gerekiyor'' gibi repliklerle, bomba replik geleneğimiz bu filmde de devam ediyor. Repliklere değinmemek istiyorum aslında. Zira yazı uzamasın fazla. Siz bakıverin izlerken :) Ama müzikleri geçemeyeceğim. The Prestige'yle beraber Nolan, filmlerinin efsane özellikleri arasına müzikleri de ekledi. O nasıl bir duygu vermektir, o nasıl bir gerim gerim germektir. Sanırsın film izlemiyoruz, balad konseri dinliyoruz. Çok sevdiğim, hatta şah-ı soundtracker payesi verdiğim Hanz Zimmer'ın yanına Blood Diamond ve diğer birkaç filmdeki performansıyla başka bir yere koyduğum James Newton Howard eklenince yeme de yanında yat durumu oluşmuş. Sırf müzikleri için bile izlenir film, o derece yani. Oyuncuları pas geçiyorum. Zira değinince daha da uzayacak :) İsteyenler Batman Begins'e bakabilir.

Özellikle değinmek istediğim noktalar var filmle ilgili. Henüz ismini koymadığım bir tarzı var Nolan'ın. Bir resim gösteriyor filmde, diğer sahnelerle alakası olan ve anında ''offf bea'' repliğiyle başlayan derin bir saygı duyma ritüeline giriştiriyor sizi. Inception'la daha da bir abarttı ama bu durum her filminde var şerefin. Şuana kadar bahsedildiğine hiç denk gelmediğim birkaç sahne var bu filmde de. Özellikle filmin sonundaki o ihtişamlı fedakarlık destanının yazıldığı tiradın akmasıyla beliren Alfred'in ilgili notu saklama ve Fox'un istifa kisvesi altında şirketin demirbaşı olduğunun ispatı sahneleri... ''Ne var ki'' diyen arkadaşlara daha içten bakmalarını tavsiye ederim o sahnelere.

Sonuç olarak ''yok böyle film''gillerden The Dark Knight. Bittiğinde yutkunmanız gerekirken, nefesinizin kesildiğini fark edip rahatça yutkunamayacağınız süper ötesi bir film. Hala izlemediyseniz de, e bi zahmet artık...
Devamını Oku

24 Kasım 2010 Çarşamba

The Big C - 13 Bölüm Kime Yeter!!?


Sezon başında tanıtım yazısını da yazdığım The Big C'nin ilk sezonu bitti...

Yeni dizilere başlarken illa bir ürkeklik oluyor insanda. ''Ya reyting canavarına kurban giderse'', ''ya konuyu abuk sabuk biçimce ele alırlarsa'', ''ya sezon ortalarına doğru ellerine yüzlerine bulaştırırlarsa'' gibi birçok şüphe peydah olur, ilgili diziye başlama arefesinde. Haliyle çok ümitli bile olsanız bazı dizilerden, yine de dereyi görmeden paçaları sıvamayalım mantığına bürünürsünüz.

Bu sene seçtiğim aksiyonu ve bilim-kurgusu bol dizilerin arasına şöyle en softundan bir şeyler de eklemeyi düşünmüştüm. ''Aman şurasını kaçırma, aman burasını affetme, sezon ortasında lazım olur bak'' dedirtmeyecek, kafa yormayacak bir şey. İmdadıma The Big C yetişti. İşinde gücünde yaşayan kenar mahalle insanları... Sorunlu öğrenciler... Asi evlatlar... Bunların üstüne bir de ajitasyonun dibine vurmak üzere hazırda bekletilen ölümcül hastalık silahı...

Neyse fazla lafa gerek yok. İlk bölümden itibaren bütün bu resim bir anda değişmeye başladı. O kadar değişti ki tanıtım yazısında kullandığım ''Haddini Bilen Sevimli Dizi'' ibaresinden bile pişman oldum. Gerçi o başlığı her gördüğümde bir kere daha seviniyorum şimdilerde. ''Hiç yoktan süper bir dizi daha nasıl kazanılır''ı çok güzel anımsatıyor :)

Diziye iyice bağlandıktan sonra daha da gürleştirmiştim ''yav 13 bölüm olur mu bu dizinin bir sezonu'' repliklerini ama şimdi daha bir gür söylüyorum. O kadar içi boş dizi 23-24 bölümleri görürken bu tür diziler nasıl 13'te kalırlar cidden inanması zor. Bari yeni sezon yaza kalmasa. Beklemekten kanser olmayalım durduk yere. (kötü espri biliyorum :P)

Özellikle 12. bölümü bir kenara not etmenizi tavsiye ederek izlemenizi -bir kere daha- şiddetle tavsiye ediyorum.
Devamını Oku

21 Kasım 2010 Pazar

Fifa: 2010 Yılının En Güzel Golü???


Bu hafta itibariyle Fifa'nın bu seneki en güzel gol yarışması resmen başlamış bulunuyor.

Hep 'biz Türk'ler tarihten ders almayız abi' derdik ama belli ki yalnız değilmişiz bu konuda. Time dergisinin 'Yüzyılın İnsanları' anketinin liderler bölümünde olayı birazcık abartarak ilk üçe Atatürk-Mustafa Kemal-Mustafa Kemal Atatürk isimlerini yerleştirmiştik. Oylar geçersiz sayılmıştı tabii ki bu sonuçtan sonra :D

Bu durumdan ders almadıklarını, 2010 için düzenlenen 'Yılın İnsanı' anketinde Recep Tayyip Erdoğan'ı aday göstermekle ispatlamışlardı. 25 kişi arasında hızla birinciliğe yerleşmişti Tayyip Erdoğan. Bu saatten sonra da inmez sanırım. En yakın rakibine oy olarak tur bindirmiş gözüküyor. Hala oy vermek isteyenler için ilgili linke buyrun.

Bunları, Fifa'nın anketinde Hamit'in Türkiye milli takımıyla attığı golün de adaylar arasında olması sebebiyle hatırlattım :) Sonucu herkes tahmin ediyordur sanırım. Büyük ihtimalle değil kesinlikle Hamit birinci çıkacaktır anketten. İzlemek ve oy vermek isteyenler için linke buyrun.

Diğer adaylara bakacak olursak. Çok güzel goller mevcut;
1-Hamit Altıntop: Hepimiz zaten biliyoruz bu golü. Kornerden gelen topa, ceza sahası çizgisinin hemen dışından gelişine vurulan mükemmel bir şut ve neticesinde çok güzel bir gol.
2-Matthew Burrows: Tamam genelde gollerin çoğu şansa atılır ama bu gol harbiden balık. Kanattan yapılan ortaya topuk vole...
3-Linus Halleniu: Van Basten desem, aklınıza ne gelir? 'Tabii ki 88 Avrupa Kupası'nda Soyvetler'e attığı o mükemmel gol' diyenleri duyuyorum. Evet o  golün familyasından işte bu. Ama bana kalırsa daha güzel. Bunda adam geçmek de var...
4-Lionel Messi: Klasik Messi golü. Bence bu tür goller artık aday olmamalı. Bir insanın yolda yürümesi ne ise Messi'nin bu tür goller atması da aynı şey benim gözümde :D
5-Samir Nasri: Kanatta kendi çapında takılırken bir anda içeri girip şık bir gol atıyor Nasri. Adam geçmek, sizin için önemliyse gollere güzellik atfetmekte, bu gol size bir hayli şuh bakışlar fırlatacaktır :)
6-Neymar: Akmalı-atmalı gollerden. 'Şimşek hızıyla ceza sahasında beliren bir cismin topla fileleri buluşturması sendromu' şeklinde tanımlayabiliriz :)
7-Arjen Robben: Bu adama geniş alanda yakalanırsanız atfetmez abi. Akıyor, geçiyor, atıyor...
8-Siphiwe Tshabalala: Dünya kupasını izlerken canlı canlı görmüştüm bu golü ve aklıma hiç gelmemişti bu tip bir ankete aday olabileceği. Bana göre en zayıf adaylardan.
9-Giovanni Van Bronckhorst: Dünya kupasını izlerken bunu da canlı görmüştüm. Diğer denk geldiğim golün aksine bunun adaylıktan öteye bu tür bir anketi direkt kazanacağını söylediğimi hatırlıyorum. Hagi'nin Monaco'ya attığı golün 2010 versiyonu diyebiliriz. Ama spiker bu sefer 'Van Bronckhorst, Van Bronckhorst, Van Bronckhorst ...... Van Bronckhorst' dememişti :D
10-Kumi Yokoyama: Vee güzel bir sürpriz. İsmini duyduğumda 'Fifa, bayan futbolunun ismi duyulsun diye eklemiştir kesin' demiştim. İzledikten sonra hafif bir duraksadım. Abla atmış valla. O nasıl gol abi? Bildiğin bayan Maradona :)

Tüm bunlardan sonra 2-3 adayın arasında çekişme yaşanacağını düşünüyorum. Ama Hamit şimdiden tebrikleri kabul etmeye başlasın derim :D

Not: Yukarıdaki resim temsili bir 'mükemmel şut'. Sonra 'vayy efendim bu şeyin(!) ne alakası var konuyla' demeyin :D
Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...