14 Aralık 2011 Çarşamba

Melancholia (2011) - Aciziz, Yalnızız ve de Öleceğiz... Ver Elini Ey Hüzün!

Orijinal boyutlar için resimlerin üstlerine tıklayınız

Herkesin ya çok iyi ya da çok kötü duygular beslediği yönetmenlerden Lars von Trier'in son filmi Melancholia, kadrosu ve kişisel varoluşumu nitelendirdiğim kavramların(!) en nadidelerinden birinin isim sahipliği yapacak olması sebebiyle geçen seneden beri beklediğim filmler arasındaydı. Haliyle çok büyük beklentilerle başladım filme. O kadar zaman bekleyip de daha az beklentiye sahip olmam imkansız gibiydi zaten. Hatta ne kadar iyi bir film çekilmiş olsa bile burun kıvırmam içten değildi. Büyük olasılıkla kendi ellerimle büyüttüğüm beklentimin kurbanı olacaktım, diğer birçok filmdeki gibi. Lakin eleman öyle bir giriş yapıyor ki filme, orada kilitli kalıyorsunuz daha film başlar başlamaz. Bütün o bekleyişin heba olmadığına dair ilk emareler bile gelmeden onay veriyorsunuz, 'boşuna beklememişsin' replikleriyle tatmin olmaya çalışan beklenti merkezinizin durum raporlarına.

Uzun zamandır denk gelmediğim mükemmel açılışlardan biriyle başlıyor film. Aynı kalitede kozmik görseller, aynı ahenkte klasik müziğin kullanımı vs ile ikinci bir The Tree of Life vak'asıyla karşı karşıya olduğunuzu sanıyorsunuz ilkin. Gerçi daha sonra olay tamamen farklı gelişiyor ama The Tree of Life'yi izlemiş olanların, içlerinden böyle bir şey geçirmeleri çok olağan. Filmin diğer tüm sahnelerini izlerken, artık bu girişteki resimleri görmüş biri olduğunuzun farkında olmaya zorluyorsunuz kendinizi! Vurgulamakta fayda var; bu her zaman böyle değildir!

Sayın okur, eğer spoilere bulaşmak istemiyorsan bundan sonra dikkatli ol. Ama benim tavsiyem, bu filmde spoilere fazla takılma. Zaten fazla ve habersiz verecek değilim. Ve de feci halde önemsiz durumda, spoiler denen şey bu film özelinde. Bak benim gibi spoiler almaktan fazla spoiler vermeye korkan biri bile spoilerli yazıyor, daha ne diyeyim :)


Karışıklık olmasın diye belirtelim. Filmin iki girişi var. Biri genel açılış sahnesi. Bunu yukarıda söyledim. Diğeri de düğün törenlerine gitmeye çalışan gelin-damat adayının, kiraladıkları(!) limuzinle kavisli ve dar bir yoldan dönmeye çalıştıkları sahne. İkisi de birbirinden güzel ve önemli sahneler. Hemen yukarıda da gördüğünüz üzere, o limuzin o yola göre değil. O yol için üretilmemiş araç. Oradan o limuzinle geçmek istersen ya limuzini gözden çıkaracaksın ya da geç kalmayı göze alacaksın. Hasılı zarara uğramadan oradan geçmen imkansız. Limuzinin kiralanmış olması da bir hayli manidar. Dikkatlere sunayım fazla açmadan; hayatlarımızı devam ettiren belki de en önemli şey olan nefesi bile bilinçli alamayan bir canlı çeşidiyiz. Neyimiz var ki..!

Burada, hemen bir şeyler canlanıyor zihinlerde (belki de canlanmalı!). Dünyanın şuan ki durumuyla ilgili, başta kendi tespitleriniz olmak üzere, birçok uyumsuzluk temelli algılar manzumesi diyebiliriz genel olarak bu canlanması gereken şeylere. Teknolojiye gereksiz olduğu dolaylarından yapılan eleştirilerden tutun, teknolojinin insan doğasını bozucu olduğuna dair inançlara kadar pek çok okuma yapılabilir. Bununla beraber; modern insanın (ne çok kullanılır oldu değil mi bu söz son zamanlarda!), sahip olduğu tüm nimetlere rağmen içine sıkıştığı ruhi darlıklar ve de kafanıza göre uydurabileceğiniz tüm sıkışmışlıklara kadar her şeyin resmi var diyebiliriz bu sahnede.

Daha dakika 1, gol 111111 muhabbeti dönerken zihninizde, filmin ismiyle müsemma bir karakter arz-ı endam eylemeye başlıyor ortalıkta. Ve bu bahsedilen sıkışmışlığı ruhunun tamamıyla özümsemiş her insandan beklenecek türdeki davranışların hepsini görüyoruz bu abladan, anbean (sekansbesekans :p). Karakterimizin adı Justine. Aslında bana çağrıştırdıklarıyla upuzun bir analiz hak ediyor kendisi. Trier -bu karakter özelinde- nerelerden esinlenmiştir, nerelere atıfta bulunmuştur tam olarak bilmemekle birlikte, benim algı dünyamda iki yazarın ve bu yazarların eserlerinin güzel bir harmanlaması olarak tezahür etti. İlgili eserleri keşke bu filmden kısa bir süre önce okumuş olsaydım da çağrışımlar daha güçlü olsaydı.


Bunlardan ilki Lawrence Durrell. Yazarın İskenderiye Dörtlüsü serisinin hem ilk cildine ismini veren hem de genel hikayenin başkahramanlarından olan Justine'yi hatırlamamak imkansız gibi, filmdeki Justine'yi izlerken. Kitaptaki Justine'nin psikolojik sıkıntılarının benzerlerini filmdeki Justine'de de görüyoruz. Lawrence Durrell'in, karakterine, kendi ruhunu içinde bulunduğu buhrandan kurtarmak için arzularına boyun eğdirişi gibi, Trier de kendi karakterine otokontrolden geçemeyecek hareketler yaptırıyor. Mesela düğün gecesi hiç tanımadığı birisiyle birlikte olabiliyor. Kitapta geçen "Sanki cennet yeryüzüne inmiş de ben ikisinin arasında kalmışım, bir iğne deliğinden soluk almaya çalışıyorum" gibi tamamen arada kalmışlık ve soluksuz kalmaktan beter sıkılmışlık öğelerinin hepsi mevcut filmdeki Justine'de de. Yine Durrell'in kitabında geçirdiği "Bir kentte sevdiğiniz biri yaşadığı zaman, orası dünya olur" ifadesi de tam manasıyla filmde sonu yaklaşan dünyayı tınlamayan, hatta ölümden korkan ablasına kızan(!) Justine'nin halet-i ruhiyesini betimliyor.

İkinci isimse tabi ki Marquis de Sade. Sadizmin kurucusu olan bu abimizin meşhur Justine'si de filmdeki Justine'yi var eden noktalardan biri gibi geldi bendenize. Hatta Sade'nin Justine isminde eseri veya yazdığı karakteri olmasaydı bile temellerini attığı sadizm dolayısıyla illa anımsanırdı, bu karakterden sonra. Zira filmde, melankoliden muzdarip olan Justine, Sade'nin Justine'sinin yaşadıklarından sonraki haline çok uygun. Hayattan yediği seri ve de şiddetli tekme tokatlardan sonra tüm dünyaya küsmüş, ağzının tadı kalmamış, gam denilen şey evinden fersahlarca ıraksamış; bunun sonucunda da sadizmle karışık bir melankoli kazanmış. Sanki Sade'nin bıraktığı yerden Trier devam etmiş karaktere. Filmde birçok sahne, buna ispat olarak gösterilebilir. Örneğin filmdeki Justine, düğün töreninin yapılacağı -ablası, eniştesi ve kendisinin yaşadığı malikanedeki- salona geç gelmesine rağmen, daha da geç kalmayı göze alıyor, daha açık ifade edersek, uzunca süre beklettiği konukları daha da bekletmeyi göze alıyor ve gidip çok sevdiği atına bir öpücük konduruyor. Ve bu kadar çok sevdiği, görmeden evlenemediği atını sırf söylediği basit bir şeyi yapmadığı için dövebiliyor. Masum bir melankoliden çok daha fazlası olunca insanın içine kurt düşmüyor değil tabii :)

Trier bütün bunların ışığında filmdeki karakter örgüsünü, Lawrence Durrell'in Justine'sini Sade'nin genel fikriyatıyla birleştirip üstüne bir de yine Sade'nin Erdemin Felaketleri eserindeki kardeş zıtlığını taçlandırmasıyla oluşturmuş gibi gözüküyor. Zira filmin ikinci bölümünün üzerine kurulduğu Claire karakteri, tam manasıyla Justine zıtlığıyla resmediliyor film boyunca. Claier'e girmeyeceğim ama tam manasıyla Justine'nin zıttı demiş olayım. İlk yarı boyunca başımızın üstünde taşımak için birbirimizle kıyasıya mücadele edeceğimiz Claire, ikinci yani kendine özel bölümde, Niagara Şelalesi'nde sırası gelen su zerrelerini bile yaya bırakacak kadar hızlı düşüyor gözümüzden. Kısacası, bakınız Erdemin Felaketleri'ndeki Justine ve ablası zıtlığı.

Bu genel girişten sonra yapmanız gereken tek şey, havada uçuşan bu tip atıf ve metaforları yakalamak. Filmden haz alıp almamanız arasındaki ince çizgi tamamen burada yatıyor sanırım. O metaforlardan birazını ıskalarsanız çok renksiz bir film diye etiketlememeniz pek de mümkün gözükmüyor bu yapımı.

Burada inceleme yapmayacağım ama filmin girişindeki uyumsuzluklar güzellemesi her şeyi en başından sunuyor zaten izleyiciye. Bunun daha, insanın ölüm karşısında takınması gereken müthiş aldırmamazlık prensibi var. Bu prensibin olmazsa olmazı olan aidiyet duygusunun tatmini var. Bu tatmine sahip olabilmek için içine girilebilecek bir çatı ihtiyacı var. Ve en sonunda tüm bu zincir halkalarının oluşturduğu din kavramı var! Sonra, başta tabi ki Millais'e (ki filmin afişi bu abimizin Ophelia eseridir, esinlenme değil sanırım bu durum :)), Caravaggio'ya (Judith'in Asur Kralı Holofernes'in başını kestiği tablosu, filmdeki düğün töreninin gelişimine çok büyük paralellikler gösteriyor) ve daha benim atlamış olma ihtimalim olan birçok sanatçıya yapılan atıflar var. Modernizmin kapitalizmi körüklemesine inat saf sanatçılık duyguları kabaran karakter davranışlarıyla bu tür atıfların bini bir para filmde. Ölüm var, din var, acizliklerin insan zihninde yarattığı buglar var. Çok var sayın izleyici. Sanıyorum ki say say bitmez. Bir daha izleyeceğim büyük olasılıkla. Bakalım yakalanan şeylerdeki nicelik farkı ne olacak, nitelikten ziyade :)


Oyuncu seçimlerinde de büyük incelikler yattığını düşünüyorum. Karakterleri canlandırması için seçilen oyuncular, filmin diline müthiş uymuş. Hatta sanıyorum ki, film için yazılan karakterleri kimlerin canlandıracağını baştan düşünmüş Lars von Trier ve öyle yazmaya başlamış bu karakterleri. Kiefer Sutherland'ın 24 dizisindeki canlandırdığı Jack Bauer karakterini bilmeyen yoktur sanıyorum. Jack Bauer ki, tüm imkansızları mümkün, tüm yokları var kılan süper bir kahraman. Belki de süper kahraman :) Tek başına 47 nükleer saldırıyı defedip Amerikan Başkanı'na yapılan 392 süper kurgulanmış suikastı engellemek, kendisi için yolda yürümekten farksız bir ajan. Şuan halihazırda dizinin 4. sezonunu izlediğimden, Nasa'yla bilmem neyle protokollere girip vakit kaybetmemek adına, uzaya zıplayarak çıkması gibi şeylerle cvsini zenginleştirmiş olma ihtimallerini görmezden geliyorum :) İşte böyle bir karakterdir Jack Bauer.

Kiefer Sutherland'ın filmde canlandırdığı karakter ise tam anlamıyla bir korkak. Sorumluluklarına lümpence sahip çıkıp kaptanı olduğu gemi batmaya başladığında ilk kaçanlardan biri. Jack Bauer karakteriyle bütünleşmiş bir oyuncunun, bu filmdeki 'J'ohn karakterini canlandırması inanılmaz bir atıf gerçekten de. Tabii bunun altındaki başta Hollywood ve Amerikan rüyalarının masalımsı yalancılıklarının teşhirini yakalamak çok da zor değil.

Uzatmak istemiyorum. Tamamen kişisel bir yazı olsun istedim. 'İyi bir film ayakkabının içinde kalmış bir taşa benzer' lafını etmiş bir yönetmenden, lafıyla müsemma bir filmi izleyip de tanıklık etmemek olmazdı. Kişisel sorumluluğumu yerine getirmenin mutluluğuyla sevmese bile izlemesini öneririm herkese Melancholia'yı. Ve çok büyük ihtimalle bazılarımız sevmeyecek. Ama bir daha vurgulamakta fayda görüyorum, izlenmeli!


Ve en son olarak da filmin finaline gerektiği gibi saygılarımı sunayım. Karakterlerin nasıl kişiliklere sahip olduklarını çok sarih bir şekilde bir daha anlatan o 2-3 dakika, izlediğim en iyi finallerdendi. Melankolisinin doruklarında gezinirken eve bile dönemeyen, önüne konan yemeği bile yiyemeyen, kaldırılmasa uykusundan bile uyanamayan o Justine, finalde 10 kaplan gücüne ulaşıyor. Yukarıda da hatırlattığım üzere, gözümüze sokulan tablolardan Ophelia'nın hüznü ve Judith'in cesareti voltranı oluşturuyorlar sanki. Kardeşinin tüm eksikliklerini kapatan, o güçlü abla profili çizen Claire ise artık kaçınılmaz felaketin son rötuşlarını, hızıyla tüm varlığın gözüne gözüne sokan metaforik gezegenimizin gelişine hala kahroluyor. Eriştiği sonu kabullenemiyor. Hatta kaçınılmaz sonun berraklığıyla o an için varlık aleminde en yakını olan kardeşinin ve oğlunun ellerini, rahatça ağlamayı seçerek bırakıyor. Felaketi, Justine'nin sırtını gezegene dönerek beklemesiyle ablasının tüm bu gereksiz çırpınışlarını aynı potada gören gözler için büyük dersler var sanki, bu finalde :)
Devamını Oku

12 Aralık 2011 Pazartesi

01-10 Aralık 2011 Film Yorumları

Uzun zamandır bu kadar az film izlediğim bir süre olmamıştı. Son 9 gündür hiç film izlemedim. Kasım'ın sonundaki bu verimsizliği Aralık'ın başıyla kapamayı düşünüyordum ama olmadı. En azından nicelik olarak. Ama 1-10 Aralık arasında izlediğim filmler, nitelik olarak bayağı uzun bir süreyi telafi etti diyebilirim. Neredeyse hepsini önerebilirim. Uzun zamandır vermediğim puanlar havalarda uçuştu sayın okuyucu :)

İçlerinden ayrı yazıyı hak eden birçok film olmasına rağmen sadece Melancholia filmine yazabildim. İzlemenizi ayrıca tavsiye ederim. Yazısı için filmin ismine tıklayınız.

- Melancholia


İsmini 11 Eylül'de hedefine ulaşamadan düşen kaçırılmış tek uçak olan United 93'ten alan bir film izlemeye kalkışsanız, ne beklerdiniz bu filmden? Hele de filmi yapanlar -görece- Amerikansa? Evet, ben de tam olarak bir propaganda filmi izleyeceğimi düşünmüştüm. Senaryosuyla ve araya serpiştirdikleri klasik oryantalist tonlar taşıyan -kendilerince- vurucu replikleriyle, öncelikle kendi insanları olmak üzere tüm dünyaya yeniden Amerikan propagandası yapan bir film bekliyordum. Sanırım The Bourne serisini çeken Paul Greengrass'i yeteri kadar göz önünde bulundurmamışım. Zira film propagandadan ziyade tam bir görüntüleme filmi olmuş. Senaryosuz, belgesele yakın filmlerden birini çekmeyi tercih etmiş aynı zamanda filmin senaristi de olan yönetmen.

Böyle olunca, senaryodan bahsetmek manasız bir hal alıyor. Valla garip oldum, tam olarak neyi nasıl değerlendireceğime karar veremez haldeyim şuan :) Görüntüler, resim açıları gibi teknik mevzular mükemmele oldukça yakın. Birisi çıkıp mükemmel dese, karşı çıkamam diyelim hadi :) Bununla beraber dediği bir şey yok. Hani utanmadan Amerikan propagandası yapsaydı bile daha hora geçerdi. Şu haliyle 11 Eylül belgesellerinden hiçbir farkı yok.

Oyunculardan da bahsetmek imkansız. Çünkü filmdeki başrol oyuncularda değil de 11 Eylül'de. Bununla beraber kurgusu gayet başarılı. Başlarda Amerika yerel saatleri arasındaki zaman farkından kaynaklandığını düşünseniz de tamamen gerçek zamanlı ilerleyen sekanslar, her daim tetikte tutuyor izleyiciyi.

Temiz bir film olur kendileri, diyerek ve hemen ardına çok güzel çekildiğini de ekleyerek puanımıza geçelim;

United 93 (2006) 6+ / 10



Bir Al Capone tarihi filmi. Muhteşem kadrosuyla göz dolduruyor. Hepsi birbirinden müthiş oynamış. Tabii içlerinden sıyrılanlar yok değil. Özellikle Robert De Niro, bambaşka oynamış. Bir opera sahnesi var ki, gülüyor mu ağlıyor mu belli değil. Sanırım uzun yıllar çıkmaz aklından o yüz şekli. Sean Connery ve Kevin Costner de bir hayli iyiydiler. Andy Garcia'nın gençlik halleri her zaman sevimli gelmiştir. Bu filmde de temiz yüzüyle dolanıyor etrafta genç polis rolünde.

Efendim, film üst düzey adayı bir film olmakla beraber vasatı kolaylıkla aşan bir film. Anlattığın dönem itibariyle 3 saatin altında film yokken, 2 saatlik film çekersen olacağı bu. Birçok mevzu üstün körü geçilmiş. Ama zaten diğer türdeşleri gibi ağır dram yerine suç filmi olmayı seçmiş gibi gözüktü bana. Araya serpiştirilen komedi de tadı tuzu olmuş.

Sadece Ennio Morricone'nin o karakteristik ritimleri için bile izlenir bu film ;) Bebek sahnesinin de katkılarıyla yukarı tamamlayaraktan;

The Untouchables (1987) 7 / 10



Filmin iki yönü var benim içim. İlki, izlediğim Türk filmleri arasında kesinlikle en iyilerden biri olması. Biraz zorlayıp liste yapsam ilk 20'ye kesin, ilk 10'a da büyük ihtimalle girer. İkinci bir yönü ise bir ilk film olması. Özcan Alper'in ilk uzun metraj filmi Sonbahar. İlk filmlere karşı olan engin hoşgörümü kullanmak bir kenara, sevmemeye çalışmama rağmen büyüledi pek çok yerde. Gerçekten helal olsun elemana, çok iyiydi. İzlemeyen varsa hemen bakınsın derim.

Film siyasi bir söyleme sahip gibi başlıyor. Tam 'yandık, kısır tartışmalar geliyor' derken hiç alakası olmayan, büsbüyük bir siyasi söyleme dönüşüyor girişteki o üslup. Sadece insanı, insanın kalan/kalmayan zamanına dair pişmanlıklarıyla karışık dik duruşunu, geç kalınmışlığı, geç bıraktırılmışlığı... pek çok okumaya açık bu büyük siyasi söylem.

Doğu Karadeniz'in müthiş doğasıyla bütünleşen müziklerle tam izlenesi bir film olmuş. Şu filmi ne bileyim bir Çağan Irmak çekse ağlamayan insan kalmazdı ama şu haliyle ağlatmıyor da. İnsanı kasım kasım kasıyor ve genizinize geçmesi zor bir yumru hediye ediyor.

Finaldeki Da İm Yusuf Orti ağıdı resmen başkaydı. Sadece onu dinlemek için izlemeli. Öf Özcan naptın hacı ya!

Sonbahar (2008) 7+ / 10



Söylemeye gerek var mı acaba, bu filmin ne kadar ünlü, ne kadar sinema tarihi açısından önemli, ne kadar yüce boyutların filmi olduğunu? Sanıyorum yok. İşte tam da bu sebeple kendimi sakladığım filmlerdendi. Olur da filmi anlayamam, olur da derinliklerinde kaybolurum korkusuyla oldukça beklettim. Keşke yapmayaydım. Zira diğer tüm şaheserler gibi bu da tek izlemeyle anlaşılmayacak türdenmiş. Bu anlamamak öyle bir anlamamak ki, kapısı anlamakla açılıyor. Filmi ne kadar anlarsanız o kadar anlamadığınızı düşünüyorsunuz.

Neyse efendim, süper bir film. Haz delisi oldum izlerken. Hakkında hiçbir şey bilmediğimden, her şey sürprizdi ve tüm senaryo gelişimi havai fişek gibi patladı zihnimde. Aynı karakterin bazen oldukça faşist, bazen oldukça komünist, bazen de psikopata bağlayan halleri alkış hak eder cinstendi. Yine aynı karakterin çocukluğa duyduğu özlemi, tüm dominantlığının gerekçesi haline bu kadar başarılı getirmek de alkışın şiddetini artırmayı kolaylıkla sağlayan cinstendi.

Bir daha kesin izleyeceğim. O zamana kadar 'rosebudddd, rosebudddddd' diye sayıklarım herhalde :) Orson Welles'in hayatının sonlarına doğru hallerini az da olsa bilenler için inanılmaz bir deneyim. Onu da demiş olayım :)

Citizen Kane (1941) 9+ / 10



Western türüyle yakından ilgili olmayan izleyiciler için eşsiz güzellikte bir western filmi. Aynı yıl filmi olan The Wild Bunch kesinlikle çok daha oturaklı bundan ama aralarında zaten sıklet farkı var. O sebeple karşılaştırmayalım biz yine de. Butch Cassidy and the Sundance Kid çok daha komedi, belki sadece bir komik western.

İçinde modernizme uyum sorunlarını da görebileceğimiz farklı karakterlerin güzel bir hikayesi olmuş bu haliyle. Bir kadın iki adam formülünü çok derinden işlemişler ama dokunuyor yine de bea insana :)

Robert Redfort ve Paul Newman'ın bu izlediğim ikinci ortak filmleri. Diğeri olan The Sting'i de izlemiş olmak, bu filmden alınan hazzı artırdı sanırım. Feci halde uyuşuyor bu iki eleman. Hele Robert abinin bu safla karışık cahil sarışın tiplemesi süper. Hele de o suratla bunu başarıyor ya, daha ne diyim abi sana :)

Akıllardan çıkmayacak 2-3 sahnesi ve kamera kullanımı sebebiyle üste tamamlayarak;

Butch Cassidy and the Sundance Kid (1969) 7 / 10



Uzakdoğu sineması deyince akla karate filmleri gelir genelde. Bunların da yaygın ismi 'vurdulu kırdılı filmler'dir. İşte bu film, her içinde vurdu kırdı olan filmin sadece vurdulu kırdılı film olmayacağının zihinlere kazınan dersi hükmünde!

Dövüş koreograflarındaki incelikler bir kenara, inanılmaz bir hayat filmi Wo hu cang long (Crouching Tiger, Hidden Dragon). Ve verdiği hayat dersini, repliklerle-kurguyla muhteşemce gözler önüne seriyor. Her replik ve her hikaye gelişimi ince ince işlenmiş sanki. Şu filmi izleyip de repliklere vurulmayan insan olmasın lütfen. Gerçekten muazzam.

Gücün erdem gereksinimi mi yoksa erdemin güç gereksinimi mi diyebileceğim etkili bir söylem var filmin en tepesinde. Belki, karşıt tarafları düşünürsek bunların ikisi de geçerlidir. Erdem denen şeyin sonsuzluğa erdiren, sonsuzluğu ufaltan, sonsuzluğu sevimli kılan kudreti; her şeyden önce modern insana lazımken hikayenin tam da modern zamanlar başlangıcında geçmesi, sanırım 12 dolaylarından bir konumda hedef tahtasında.

Üzerine çok daha uzun şeyler söylenesi bir film gerçekten. Son zamanlarda izlediğim en dolu film. Tabi benim için daha önemlisi, uzun zamandır kendimden bir şey bulduğum tek film olması. Allah sayılarını artırsın :)

Ve son olarak müziklerini anayım. Onlar nasıl müziklerdir, nasıl iç yolculuk tınılarıdır, nasıl hikayeye destektir! Çok etkiliydi müzikleri. Hem de her notası. 'Güzel kız havalı kız' parçası da ayrı hoştu :)

Crouching Tiger, Hidden Dragon (2000) 9 / 10



Charles Chaplin'i anlatma güdüklüğüne düşmeyeceğim ama şu filmini izlememişseniz söylenecek çok az şey var. Keşke her eğitim-öğretim yılına bu filmle başlatılsa öğrenciler. Keşke tüm öğretmenler şu filmi gerçekten anlamadan diploma alamasalar...

Filmi eleştirmek pek mümkün değil. Zira Hitler özelinde tüm faşist unsurlarla ölümüne dalga geçilmiş bu filmin çekilmeye başlandığı tarih 1937 sonları. Bildiğiniz üzere 2. Dünya Savaşı 1939'da başlıyor! Daha da bir şey denmez sanırım. Sanatçı nedir, kimdir sorusunun birinci ağızdan cevabıdır efendim bu film. İZLENMELİ!

Balon dünyayla dans, klasik müzikle tıraş, Hitler ve Mussolini tarzı selamlaşmaların temsili gibi pek çok mükemmel sahnenin yanında, filmdeki ikiz olan karakterlerin filmin başındaki ve sonundaki tamamen zıt konuşmaları gibi insanı terk-i diyar eyletecek sahneler de var bu güzel filmde. İşi gücü bırakınız, lütfen izleyiniz. Öylesine bir filmdir kendisi.

Puanlamalarda çok titiz davranan birisi olarak bazı filmlerde titizlenmeyi haram sayarım. Onlardan biridir The Great Dictator. Dinince dinlen ey koca usta!

The Great Dictator (1940) 10 / 10



Ne zamandır şöyle tam çerezlik bir film izlemiyordum. Sahne kaçırma gibi dertler olmadan film izlemenin ne kadar zevksiz bir şey olduğunu unutmuşum gerçekten :)

Adam Sandler, son 10 yılın açık ara en iyi komedyenlerinden biri. Ama bundan 4-5 yıl önce giriştiği dram yönü ağırlıkta olan komedileri bırakması ya da ara vermesi pek iyi olmamış. Zira bir komedyenin en iyi yaptığı şey her zaman dramdır. Ve o kanalı kendi elleriyle kesmesi yakışmamış bu filmde.

Jennifer Aniston'ı görmekten neden bu kadar sıkıldığımı kendime anlatamamakla birlikte Nicole Kidman'ı az da olsa görmek güzeldi. Oyunculuğu tartışılmaz bir aktris. Keşke başrolünde oynayacağı filmleri iyi seçse...

Vakit geçirmek için ideal bir film.

Just Go with It (2011) 4 / 10
Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...