8 Ekim 2011 Cumartesi

Arabesk (1989) - Absürd, Hem De Türk

Orijinal boyut için üstüne tıklayın

'Türk sinemasının seyri' gibi kelamlar edilince aklıma her zaman Şener Şen gelir. Yeşilçam'ın 1970'lerdeki o şaşaalı günlerinden sonra araya giren 1980'li yılların karanlığından kurtulmamızı sağlayan belki de en önemli isimlerden biridir, 1990'lı yıllardan sonraki önemli işlere imza atan Ömer Vargı ve Yavuz Turgul gibi isimlerle beraber. Bu hem oyuncu hem yönetmen hem senarist hem de yapımcı olan sanatçıların oluşturdukları sinerji olmasaydı, uluslararası sinema organizasyonlarından ödüllerle dönen bir ülke haline gelme ihtimalimiz -sanıyorum ki- hiç yoktu.

Bu filmle alakası olmayan ama daha sonra bu filmin açtığı yoldan hakkıyla ilerleyen isimlerden bahsetmişken, filmi ortaya koyan ustayı anmamak olmaz. Filmin yönetmeni, Yeşilçam'ın efsane ismi Ertem Eğilmez. Kaç film çektiğini tam bilmemekle beraber, Hababam Sınıfı gibi ölümsüz bir seriyi insanlığa kazandırmış olması bile fazlasıyla yeterli, isminin ne denli büyük ve önemli olduğunu belirtmek için. Ve bu ismin, öldü denilen Türk sinemasını ayağa kaldıranlardan belki de en önemlilerinden olması ayrı bir 'sinema kaderi' sanıyorum.

Ertem Eğilmez, filmi tekerlikli sandalyede çekiyor. Montaj çalışmaları sırasında da vefat ediyor. Ömrü sinemayla geçen bir insanın, daha sonraki yıllarda böylesine öneme sahip olacak bir filmin çekimleri esnasında vefat etmesi de ayrı bir 'kader ağları örmüş' olayı. Sinemayla yaşayan birinin, sinemayla ölmesi...

Film, Türk sinemasında rastlayamadığımız bir tür olan absürd komedi örneklerinden. Ve filmi bu kadar çok sevmemizi biraz da buna borçluyuz sanki. Bu kadar bakir bir türden, bu kadar başarılı bir örnek çıkartmak gerçekten takdire şayan. Kaçıncı izleyeşim bu, hala bık(a)madım. Repliklerinin neredeyse hepsi ezberimde. İnanıyorum ki, 'aaaa İsmail ölmüş', 'Allahım kör et beni. Allahım kör et beni. Aksın gözümün nuru, bundan böyle kör baksın.... ... ... ... Allahım görmüyorum. Sana çok şükür, görmüyorum. Kör oldum' gibi daha pek çok repliğini bilmeyen yoktur.


Söylenecek çok şey var filme dair. Arabesk kültürüne böyle bir bakış, belki de en çok günümüz Fazıl Say'larına lazım. Sadece küçümsemek, hakir görmek, ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapmak yerine; absürd komediyle harmanlanmış, olabildiğince nüktedan eleştiriler getirmek, insanlığa ve dahası insanlara daha yararlı olacaktır. En yakın zamanda Fazıl Say'ın da bir daha izlemesini umarım :)

Filmin ismi Arabesk. Filmin kültürü Arabesk. Filmdeki müzikler de haliyle Arabesk. Çok çok hoşlanmasam da kulak doygunluğum vardır bu müzik türüne. Bu müziğin en iyi örneklerini bu filmde görüyoruz, diyebilecek kadar da haiz değilim Arabeske. Ama müzikleri yapan Atilla Özdemiroğlu, hakikaten imzasını atmış. Filmle beraber müthiş uyumlu parçalar var. Müzik kültürümüze de ilham kaynağı olduğunu düşünüyorum filmdeki pek çok parçanın. En basitinden 'Salla salla salla salla' parçasının, Sezen Aksu'nun Rakkas adlı parçası olduğu ortada.

Filmin oyuncu kadrosu da kendini belli ediyor. Uğur Yücel gibi pek çok sıkı oyuncu var. Lakin filmde hiç hoşlanmadığım tek bir nokta var. O da Müjde Ar. Filmin benim için tek eksiği budur. Ama film o kadar ayrı bir yerdeki, Müjde Ar bile başaramıyor gölge düşürmeye :)

Bir de demezsem çatlarım. Yıl olmuş 2011. Hatta 2012. Bu güzelim filmin hala DVD mediası yok. İnanılmaz bir şey. Belki de Türk sinema tarihinin en iyi filmlerinden birinin hala temiz bir kaynağı yok. VHS'lerden izlemek zorundayız şimdilik. Umarım bir an önce BluRayı çıkar :)

Kopma garantisi veriyorum. Defalarca izleyin bu filmi :)

7 / 10
Devamını Oku

7 Ekim 2011 Cuma

28 Days Later... (2002) - Bağlı Hayatlarımız Pamuk İpliğine...

Orijinal boyut için tıklayın

Korku türüyle ısınma turlarımız devam ediyor. Uzun süredir ertelediğim bu serinin üçüncü filminin de kesinleşmesiyle daha fazla bekletemedim 28 Days Later'i. Güzel olduğunu tahmin ediyordum, fazla yanıltmadı. En azından korku türüne olan yaklaşma çabalarıma olumlu katkı yaptı kendileri :)

Filmle ilgili söylenecek sözlere hep bir ama bağlacı gerekiyor sanıyorum. Oldukça garip olmuş film. Sanki alt metinde bir şeyler yatıyor ama tam olarak kavranmıyor da bir taraftan. Kavradığım kadarıyla oldukça kafası güzel bir film. Özellikle filmin sonu, iyice ayakları yerden kesilmiş bir senarist tarafından yazılmış.

Alex Garland'ın ilk senaryo çalışması film. Bu şekilde bir başlangıç daha sonraki çalışmaları haber verir nitelikteymiş zaten. Diğer senaryoları da hep bir ayakları yerden kesiklik özelliğiyle bezeli. Bunlar olumlu noktalar bu arada :) Gerçi son dönemdeki filmlerinden biri olan Never Let Me Go ile senaryolarındaki bu 'yerden kesiklik' özelliğini, 'yüreği tam hedeften vurmak' gibi ulvi bir evreye taşımış görünüyor. O filmi de izlemeyenler varsa, izlesinler diyelim. Son dönemlerde izlediğim en güzel dramlardandı.

Yönetmen dünyasının uçarılarından biri olan Danny Boyle, bu filme de kendince imzasını atmış. Şöyle ki; bu eleman kariyerinin ilk filmlerinde, nedense düşük teknoloji meraklılığı sergiliyordu. Öyle ki, bu filmi çektiği kameraya her izleyen ayrı ayrı sövüyordur sanırım. Nasıl çamur gibi bir görüntü anlatamam. Sanırsınız sinema çekimi. Lakin daha sonraki yıllarda ise tamamen tersi bir noktaya geldi. Artık Danny Boyle deyince aklıma tamamen teknoloji dostu birisi geliyor; bölük ekranlar, teshişlerini çip kameralarla yapan cerrahlar gibi aynı nesnenin farklı farklı açılarını seyirciye sunmalar vs vs. Özellikle 127 Hours ve Slumdog Millionaire ile bu dediğim yeni hali zirve yapmış durumda. Esas zirve tabii ki 127 Hours'da.

Danny Boyle'nin değişmeyen alışkanlıkları da yok değil. Sanırım şuana kadar izlediğim her filminde, istisnasız bir şekilde müziklerine hayran kaldım. Bu filmin müzikleri de gayet tutarlı olmuş temasıyla. Tema demişken, filmin olmazsa olmaz tanımlamalarından biri kıyamet sonrası ve zombi filmi olması. İzlerken birçok klişeye takılıyor gözünüz. Bu zamana kadar çekilmiş tüm bu türdeki filmleri anımsamadan bitirmek çok zor 28 Days Later'i. Yer yer bu türün ilk örneklerinden biri olduğunu fark ediyorsunuz filmin, bazen de diğer filmlerden esinlendiğine hükmediyorsunuz. Hele bir giriş sahnesi var ki, geçtiğimiz sene büyük sükse yapan The Walking Dead dizisine en basitinden ifadeyle esin kaynağı olmuş. Ben diyeyim copy-paste, siz deyin kopyala-yapıştır :)


Son zamanlarda Christopher Nolan'ın kanatları altında yer alan aktörler arasında olan Cillian Murphy filmin başrolünde. Daha toy zamanlarının performansı olduğu belli oluyor ama yeterli gibi gözüktü. Şimdilerin Cillian Murphy'sinin o dik yükselişlerinden oldukça uzak olmasını, ben yine Nolan'a övgü yağdırmaya sebep sayayım. Nolan, oynatıyor işte abi :)

Velhasıl olmuş bu film. Duygu, düşünce, gerilim... hepsi geçiyor izleyiciye. Arada sırada eğlendiren bir gerilim filmi izlemek isterseniz sizi bekler 28 Days Later.

6 / 10
Devamını Oku

6 Ekim 2011 Perşembe

Pirates of Silicon Valley (1999) - Ne Kadar Korsansan, O Kadar Dehasın

Orijinal boyutu için tıklayın

İlk not: Yazı bu sefer kısa olacak :(

Uzun zamandır izlemek istiyordum ama bir türlü nasip olmuyordu. Sabah kötü haberi alınca, Steve Jobs'u anmak için izledim sonunda.

Steve Jobs, Bill Gates ve Steve Wozniak gibi günümüzde hayatımızın merkezini oluşturan bilgisayar mucizesine ulaşmamızı sağlayan pek çok insanın, daha yolun başından beri nasıl ilişkiler kurdukları üzerine bir film Pirates of Silicon Valley.

Televizyon filmi olduğundan beklentileri yükseltmemek gerekiyor. Olmuş, iyiye yakın. Müzikler güzel. Filmde geçen karakterle ilgili söylenen/anlatılan şeyler/hikayeler güzelce senaryo haline getirilmiş. Oyunculuklar da iyi.

Filmi izleyip Steve Jobs'a söven çok insan hatırlıyorum zamanında. Yalnız bu adamın, tüm dünyayı değiştiren bir şeye ulaşmamızı sağladığını atlamamak gerekir. Dahası, dün attığım Day & Night kısa filmi başlığında da değindiğim üzere, çok büyük işler yapan Pixar'ı da bu abiye borçluyuz diyebiliriz kolaylıkla. O katı disiplini olmasa, sanırım bunların hiçbiri olmazdı veya henüz olmazlardı.

Neyse vefatına çok üzüldüm Steve Jobs'un. Kanser olduğunu biliyorduk kaç senedir. Üstüne, 2-3 ay önce çok az bir zamanı kaldığını da açıklamıştı ama insan yine de üzülmeden edemiyor. Neden dünyaya yararı dokunan insanlar hep böyle erken gider, dedirten son insanlardan birini daha kaybettik.

5 / 10
Devamını Oku

5 Ekim 2011 Çarşamba

Day & Night (2010) - Orjinal Mi Orjinal Bir Kısa Film

 Orjinal hali için üstüne tıklayın

Animasyonun zirvesi için adres lazım olacaksa kesinlikle ama kesinlikle tek isim belirir zihnimde (aslında herkesin zihninde); Pixar. Şimdi Pixar'a övgüler düzmekle uğraşmayalım ama harbiden çok iyi işler yapıyorlar. İsim vermeyeceğim, şöyle son 15 yılda yapılmış en baba animasyonları düşünün hele bir. İşte o aklınıza gelenlerin sanıyorum ki hepsi Pixar imzalıdır.

Öyle can bir şeydir Pixar. Sadece parayla dönmediğine kolaylıkla imza atabilirim bu şirketteki işlerin. Her şeyden önce, beyinlerinde saklı kalamayacak kadar fazla fikre sahip insanların oluşturduğu bir şirket olduğu yönündeki düşüncemi de ekleyelim ve kısa filme geçelim :)

Gerçi kısa filme geçmekten kastım, yazıyı noktalayıp hemen kısa filmi izlemenizi söylemek. Zira kısa filmler, içerikleriyle ilgili konuşulmaması gereken şeyler. İlla bir şeyler söylenmesi gerektiği zamanlarda da, çok çok az kelam edilmesi gereken şeyler. Sinemanın nüvesidir bu açıdan kısa filmler; söylemden ziyade görselle ifade ediş...

Ama yine de şunu demeden geçemeyeceğim sanırım. Bu kısa filmle Toy Story 3 sebebiyle tanıştım. Toy Story 3'ün başındaki kısa filmdi Day & Night. Bu senenin açık ara en kaliteli animasyon filminin başına zaten bu kalitede bir kısa film yakışırdı.

Day & Night, tek kelimeyle orjinal bir fikrin perdeye yansıması. Farklılıklara yapılan bunca övgünün kamera marifetiyle terslenmesi... Çok kısa film izledim. Bunların içlerinde orjinal fikre sahip çok örnekler vardı. Hepsinin ortak özelliği de, insanın kalbini bırakmamacasına kavramalarıydı. Lakin bu kısa filmimizin en büyük özelliği, aynı kavrayışı beyinlere uygulaması. Çok orjinal gerçekten. Teddy Newton'u kalben ıslıklıyorum, akışlıyorum, her yerinden öpüyorum :) Bu tip insanların koruma altına alınması lazım.

Ya da siz izleyin bir koşu, ben de susayım artık :)


Not: Filmde geçen radyo konuşması şu şekilde; "Bilinmeyene duyulan korku. Onlar yeni fikirlerden korkarlar. Hiçbir gerçeklikle bağdaşmayan 'Yeni şeyler korkutucudur; o yüzden hemen onlara sırtımı dönerim.' zihniyetine dayanan önyargılarla doludurlar. Onlar alışılagelmiş olana bağlı kalmayı tercih ederler. Ama bana göre; kainattaki en güzel şeyler gizemini henüz çözmediklerimizdir."
Devamını Oku

4 Ekim 2011 Salı

Hunger (2008) - Ebedi Tokluğa Açılan Pencere!

 Orjinal hali için tıklayın

Olayı yaymadan, sonda söyleyeceğimi en başta direkt söylüyorum. Son zamanlardaki en etkilendiğim filmlerden oldu Hunger. Belki de en çok etkileyeni. O kadar güzel çekilmiş ki...

Bu güzel yapım, filmin yönetmeni olan Steve McQueen'in ilk yönetmenlik deneyimi. Bence ilk filmler klasmanında kesinlikle başa güreşir. İlk film deyince ismini anmadan edemediğim Florian Henckel von Donnersmarck'in The Lives of Others'ı vardır. Belli ki bundan böyle Hunger'ı da anmadan edemeyeceğim. O kadar yalın ve o kadar etkili çekilmiş ki, etkisinden kurtulmak için zamana ihtiyacım olacak.

Sahne geçişleri, seçilen resimler vs inanılmaz. Ciddi şekilde etkilendim filmden. Bu etkilenmemi biraz da senaryoyla rejinin müthiş uyumuna borçluyum. Zira mükemmel bir takım oyunu var ortada. Teki başlıyor, diğeri ara veriyor. Teki esiyor, diğeri diniyor...

Film iki yarıdan oluşuyor gibi. İlk yarısı neredeyse sessiz film. Diyalog yok gibi. Replik ise yok denecek kadar az. Müthiş sahnelerle gram eksikliğini hissetmiyorsunuz ama bunların. İkinci yarısı ise dillere destan bir sahneyle başlıyor. 17 dakikalık bir diyalog sahnesi bu. 17 dakika boyunca durmadan konuşuluyor ve filmin tüm enerjisi bu sahnede saklı. Bu kadar akıcı ve bu kadar vurucu ve hele de bu kadar dolu bir 17 dakika yazmak takdire değil, her bir şeye şayan zannımca.

Bu sahneyi filmin hangi senaristi yazmıştır tam olarak bilmemekle beraber, rejiden dolayı fazlasıyla övgü alan Steve McQueen'den ziyade, diğer senarist olan Enda Walsh'a kıyak geçerek adını analım. Bu abimizin de ilk esaslı senaryo çalışmasıymış film. Bu kadar ilkler bir araya gelince, sanırım ilkler ruhu iyice sinmiş filme ve gerçekten izlenesi bir yapım olmuş.


Filmin rejisi üst düzey. Efsanevi bir diyalog sahnesi var. Tamam bunlar zaten filmi almış götürmüş olgular. Lakin Bobby Sands'ı canlandıran Michael Fassbender de o her zamanki üst seviye performanslarına yeni birisini eklemiş. İsmi cismi pek bilinmez bu abinin ama çok severim oyunculuğunu. Band of Brothers'la tanımıştım ilk ve ondan sonra bir hayli performansını izlemek nasip oldu. Ve artık en sonunda bu senenin bol bütçeli filmlerinden olan X-Men: First Class'de canlandırdığı Magneto karakteriyle herhalde ünlenmiştir. Ama benim gözüm kulağım, bu sene henüz vizyona girmeyen ve başarılı olacağından adım gibi emin olduğum A Dangerous Method filmindeki performansında. Sanırım Oscar gecesi kendisini göreceğiz :)

Bu güzel filmi hem yazıp hem çeken Steve McQueen'in yeni filmini de anmadan geçmeyelim. Bu senenin en beklediğim filmlerinden biri olan Shame, yıl sonu gibi vizyonda olacak. Ve bir sürpriz; bu filmde de Michael Fassbender oynuyor. İzlememiz sanırım 2012'in ilk yarısının sonlarını bulur ama yeter ki Steve McQueen gibiler arayı uzatmadan çeksinler. Zira uzun aralar hayırlı olmuyor Florian Henckel von Donnersmarck'ten gördüğümüz kadarıyla.

Hasılı özel bir ödülüm olsa çekinmeden verirdim Steve McQueen'e. O kadar bir film çekmiş. Daha da demiyorum. Çoğu insanın sıkıldığı bu filmi izlemeye çalışın!

8 / 10
Devamını Oku

3 Ekim 2011 Pazartesi

Heremakono (2002) - Gitmek Mi Zor, Beklemek Mi!?

 Orjinal boyut için tıklayın

Moritanya doğumlu, hafiften de Avrupa eğitimli genç bir yönetmendi Abderrahmane Sissako. İki üç yerde hakkında gelecek vaat ettiğine dair yorumlar okumuştum bundan 10 yıl kadar önce. Lakin bir türlü izlemek nasip olmamıştı filmlerinden birini. Artık zamanı geldi diyerek en ele avuca gelen yapımına niyetlendim.

Filmin ismi Heremakono. Adını, filmin yapımcı ülkesi de olan Moritanya'nın kıyı bir yerleşim biriminden alıyor. Eğer filmle herhangi bir mana birlikteliğiniz olsun isterseniz, bu tür ufak ama gerekli bilgiler lazım olacak. Zira filmi beraber izlediğim 8 arkadaşımdan hiçbiri filmden gram şey anlamadığını söylediler. Velhasıl Moritanya'nın Afrika'da bir ülke olduğundan başka özelliğini bilmezseniz, filmden alacaklarınız da o kadarla kalacak diye bir gözlem geliştirdim.

Aslında filmi beraber izlediğim arkadaşlar haklıydılar, çünkü film genelde tezatlarla ilerliyor. Bu tezatlar ilk bakışta tamamen çelişkiler yumağı gibi görünüyor. Ama eğer o ufak bilgi kırıntıları sayesinde ufak seziş kapıları aralarsanız, bu alakasız gibi gözüken tezatlar güzel bir anlam tablosu çıkarıyor ortaya.

Moritanya okyanusa kıyısı olan Afrika ülkelerinden biri. Afrika'nın başlıca tanımsal öğesi olan çölle birlikte bu özelliği düşününce ortaya zaten başlı başına bir şey çıkıyor. Film de biraz bu arada derede kalma durumunun, insan doğasına etkileri üzerine inşa edilmiş gibi geldi bendenize. Kalmaktan nefret etmelerine rağmen, karşılarındaki uçsuz bucaksız iki düşman (okyanus ve çöl) sebebiyle hareketsiz kalan insanları düşününüz. Herhalde, hayatları bu durumda olmayan insanlardan çok daha farklı olacaktır.

Zaten oldum olası, çölle okyanusu iki ayrılmaz yar bilmişimdir. Sırf bu iki zahiren düşman fakat batında yar olan kadim ikilinin, arka fonda olsa dahi başrolde olmasıyla beraber; bu ikilinin, insanlarda yarattığı ikilem diye tarif edemeyeceğim kararsızlık halini anlatmaya çalışmasını sezmem bile yönetmene ısınmamı sağladı. Söyleyeceği çok önemli şeyleri hakkıyla anlatamayan bir çalışma diyebilirim kısacası Heremakono'ya.

Neyse... Okuması bol bir film gibi geldi bana. Lakin böyle kalsın. İzleyin diye ayrıca tavsiye etmem ama filmsizseniz ve hele de farklı bir yapım canınız çekiyorsa kesinlikle şans verin bu filme. Özellikle filmde hiç bir dönem çok fazla ara vermeden devam eden müzikleri çok sevdim.

5 / 10
Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...