10 Aralık 2010 Cuma

Julie & Julia (2009) - Bir Blog Macerası


İzleyeceğim filmleri çok çeşitli sebeplerle seçerim ama bu çok çeşitli sebepler sabittir. Yönetmenini takip ediyorumdur, çok sevdiğim bir oyuncu oynuyordur, konusu dikkatimi çekiyordur, afişi çok sevmişimdir vs vs. Ama ilk defa afişteki yazıdan etkilenerek bir film izledim: Based on Two True Stories. Biyografik, otobiyografik filmlere alışığız da 2 farklı hikayenin kurgusu nasıl olur diye düşündün görür görmez. İşin içinden çıkamayınca da ''yaslandım arkama bastım playe''.

''Bir Nora Ephron filmi'' olduğu için nasıl bir şeyle karşılaşacağımı bildiğimden, tüm sıcak atmosferine rağmen avucuna alamadı film beni. Artık başka şeyler yapma vakti gelmiş Nora'nın. New York'un kenar mahallerinde oturup, Manhattan'da çalışan genç kadın karakter... Bu karakterin yakın arkadaşlarından bir hayli uzak olması... Manhattan'ın şaşaasının altındaki o yalnızlık duygusunun insanları depresip ruh haline sokması... Daha neler neler.

Üzerinde durulan bu mesajlar kesinlikle yanlış değil lakin bu gibi tespitlerin -''dersimiz: küreselleşme pistir'' gibilerinden- her filmde tekrar tekrar yer alması beni biraz zorluyor. Yoksa toplanılan -ama ruhen bir araya gelinemeyen- arkadaş toplantıları gibi çok güzel sahneler mevcut filmde.

-Blog sahibi olarak, filmin ana olaylarından birinin blog -hatta blogspot.com- olması,
-Yazmakla alakadar biri olarak, kitap çıkarmanın ne denli zor bir şey olduğuna değinilmiş olması,
-Amerikan siyasi tarihiyle ilgili biri olarak, Joseph Raymond McCarth dönemine şiddetli göndermelerin olması,
filmi bir tık daha sevimli yaptı gözümde. Bu sevimliliğini de üst düzey oyunculuklarla süslemiş olması, türü içinde aklımda kalacak filmlerden olmasını sağladı Julie & Julia'nın.

Meryl Streep'e artık bir şey demiyoruz. Malum, insan değil o bir aktris!!! Amy Adams son yıllarda daha bir dikkat çekiyor ama artık daha sağlam ve üst düzey yapımlarda rol almalı. Stanley Tucci'nin hep hakkının yenildiğini düşünmüşümdür. Bu filmde de yenmiş...

Ve-l hasıl izlediğime kesinlikle pişman değilim. Eli-yüzü düzgün bir yapım olmuş. Süresi bu kadar uzun olmasa sıkılmayacağınıza da garanti verebilirdim ama sıkılmamak elde olmuyor, bu gibi filmler 2 saatten fazla olduklarında...

6 / 10
Devamını Oku

9 Aralık 2010 Perşembe

Kitap Değil OKUmaktır Esas Olan!


Kişi başına düşen konuşma süresinde bir hayli üstlerde yer alıyor olmam, çevremdeki çoğu kişide çok fazla kitap okuduğum düşüncesi oluşturmuş durumda. Buradan açıklıyorum; 2010 Temmuzu'na kadar tüm hayatım boyunca çok az (utancımdan söylemiyorum sayıyı, zira cidden çok az) bitirmişim!!!

Bu kadar az olduğunu ben de tahmin etmiyordum. Şöyle bir saymak fikri geldi son zamanlarda aklıma ve bu sayıyla karşılaştım. Lafı geçtiğinde bu sayıyı söylediğim arkadaşlarım pek inanmadılar haliyle. Tabii okumayan biri değilim, ama kitap bitirmek konusunda görüldüğü üzere sınıfta kalmış durumdayım. Kitap karıştırmayı sever, sık sık makale okur ama kitap bitiremem.

Tabii bu okunmuş kitap sayısı meselesini durduk yere söylemedim. Genel bir yanlış algıya dikkat çekmektir niyetim ortaya kendimi atarak. Çoğu konuda yaptığımız gereksiz kutsallaştırmayı kitap konusunda da yapıyoruz. Neymiş kitap okumak evrenin sırrını veriyormuş... Kitap okuduktan sonra gerisi yalanmış... vs vs vs...

Toplamda 700'e yakın kitap edinmiş biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, kitap demek sadece harfler barındıran sayfaları matbaa marifetiyle biraraya getirip güzel bir grafikle kapaklamak değildir. O kadar çok var ki bu bahsettiğim şeyden! Ve bana kalırsa hiçbiri kitap değil bu şeylerin.

Aslında kitaba atfettiğimiz bu kutsallığın temel nedeninin okumak olduğunu hepimiz biliyoruz ama gelin görün ki yozlaşma dediğimiz nane burada da kendini gösteriyor ve temel neden olan okuma, temel nitelik vasfının birazını(!) kitaba kaptırıyor. Hal böyle olunca da fiil, öznenin/nesnenin gölgesinde kalıyor her zamanki gibi.

''Bunu yapmayalım gençler'' dedikten sonra, -artık bitirmek üzere- kitap okumaya başladığımı haber edip sevgiler diliyorum :)
Devamını Oku

8 Aralık 2010 Çarşamba

The Secret in Their Eyes (2009) - Gözler...


Dünkü yazıya (The Ghost Writer) şöyle bir giriş yapmıştım; ''Son zamanlarda izlediğim filmlerde hep yanlış tercihler yaptım. İzledikten sonra hiçbiri hakkında en ufak bir şey bile yazmak istemedim. Baktım olacak gibi değil kenara kaldırdığım izleme listemi gündemime aldım ve ne oldu dersiniz; dakika bir gol bir.'' Bu sonuçtan sonra haliyle listeye devam ettim, bilin bakalım ne oldu: dakika 2 gol 2 :)

Çok sevdiğim bir kavram vardır; dinginlik. İlk anda uyandırttığı sinik-pasif-edilgen anlamı, biraz düşününce tam zıtlıyla değiştirtir insana. Çünkü o ilk anda uyandırdığı anlamlardan belki de en ırak kavramdır dinginlik, bana çağrıştırttığı güç ve aşırılık anlamlarıyla. İspat mı istiyorsunuz, alın size Pasifik Okyanusu. Hem en büyük okyanus olacaksınız hem de isminiz PASİFik olacak... Buradan çıkan tek sonuç, bizlerin kelimeleri kavramsallaştırırken çok dikkatli olmamız gerekliliğidir. Bunu hatırlatın sonra açalım...

Evet kesinlikle bu film de, bu kelimeyle anlatılabilecek filmler arasında. ''Tek bu kelime yetmez, biraz daha aç'' diyorsanız da buyrun: öyle hıpır-zıpır kovalamacaların olmadığı, kadın bedeninin metalaştırılmadığı, diğer filmlerden farklı olmak için hüpper efektlerin kullanılmadığı filmlerden The Secret in Their Eyes (Stadyum olayı var ama demek istediğimi anladınız siz). Bu popülist enstrumentalleri kullanmamakla kalmayıp, üstüne tutku, intikam, adalet, aşk, pişmanlık, gerilim, dostluk, fedakarlık gibi -derinliği herkesçe(!) malum- öğelerle bezenmiş güzel bir kurguya sahip olması da, filmin -nazarımda- dinginlik payesini neden hak ettiğini açıklıyor sanırım.

Aslında filmi uzun süredir izlemeyi düşünüyordum. Fakat Akademi'den En İyi Yabancı Film Ödülü'nü alınca filmden soğumuştum. The Hurt Locker'i hala izlemedim ama ortak kanıya göre En İyi Film Ödülü dalında işledikleri cürümü, bu filmle telafi etmeye çalışmışlar sanırım. Akademi'yi bu sefer içten tebrik ediyorum. Tabii bunu derken The White Ribbon'u da izlemediğimi söylemeliyim, yarın öbür gün onu da izleyip sövmeyim durduk yere :)

Filmi izlerken sanırım herkes farkına varacaktır, filmin romandan uyarlanma olduğunu. İzlerken, bu durumdan haberim olmamasına rağmen ''film bitse de kitabı sipariş versem'' deyip durdum. Tabii böyle düşünmeme filmde abartıya kaçmadan değinilen politik alt metnin çok büyük katkısı var. Ülke Arjantin olunca, bu tür politik göndermeler ayrı bir tat bırakıyor Türk izleyicisinin damağında. Aslında politik gönderme diye bahsettiğim durum öyle pek de gönderme tabiriyle karşılanacak bir şey değil. Zira filmin ana damarlarından biri dememek için zor tutuyorum kendimi. Ama bu sefer de filmin hasbehas aşk filmi olmasını gölgelerim diye gönderme demek zorunda hissediyorum. Bir dakika sanırım buldum. Güçlü gönderme diyelim olsun bitsin :)

Kitap konusuna dönersek, dediğim gibi çok belli filmin kitaptan uyarlama olduğu. İzler izlemez baktım kitaba, tabii yazarına da. Karşıma Eduardo Sacheri diye bir abi çıktı. Biraz daha bakınırken gördüm ki, bu filmi de yöneten Campanella'yla Metegol isminde bir film çekiyorlar. Tabii aldılar oscarın tadını...

Filmi listeme alma sebeplerimden biri de Campanella'ydı bu arada. Onu da -diğerleri gibi- House MD'de yönetmen koltuğuna oturduğundan beri takip ediyorum. Filme gerçekten başka bir ruh katmış. Kamerayı bu kadar iyi kullanan yönetmenlerin, daha fazla yüksek bütçeli filmler çekmesi lazım. Bu güzel film sadece 2 milyon dolara çekilmiş. Burada kameraya dönüp Hollywood'a hodri meydan çekiyorum: hadi bu filmin de çakmasını çeksene. Çeksene çeksene...

Bu kadar yazdık ama siz yine de öyle mükemmel bir şey beklemeyin. Sonra ''vayy efendim bu muydu'' demeyin. Durduk yere elitist kesilip ''sinemadan anlamıyorsunuz yaff siz'' dedirtmeyin insana :)

8 / 10
Devamını Oku

7 Aralık 2010 Salı

The Ghost Writer (2010) - Bilirsen Ölürsün!!!


Son zamanlarda izlediğim fimlerde hep yanlış tercihler yaptım. İzledikten sonra hiçbiri hakkında en ufak bir şey bile yazmak istemedim. Baktım olacak gibi değil kenara kaldırdığım izleme listemi gündemime aldım ve ne oldu dersiniz; dakika bir gol bir.

Filmin ismi bir hayli dikkat çekici benim için. Biliyorsunuzdur birçok yazı, aslında yazmayanlar tarafından sahiplenilir bu garip dünyada. Amerikan Başkanı bir konuşma yapar, herkes ''vayy beaa, adama bak ne konuştu ama'' der. Halbuki o sadece iyi bir hatiptir. Dünyayı tanıyan, kalemi çok güçlü bir yazar tarafından yazılmış konuşma metnini yalayıp yutmuş bir öğrencidir sadece.

Dünyanın adaletsizliğine çok güzel bir örnektir aslında gölge yazarlık. Yapan-eden-üreten değil de onu cilalayıp-satan kapar tüm alkışı-geliri-vesaireyi. İsimsiz kahramandırlar bir bakıma bunlar. Nasıl içlerine sindiriyorlarsa artık böyle bir şeyi..?

Filmin ana teması çok güçlü olmasına rağmen garip bir eksiklik var filmde ama şahsen bu eksikliği bulabilmiş değilim. Var, hissediyorsunuz ama nedir bilmiyorsunuz. Bu bakımdan filmin ismiyle güzel bir uyuma sahip gibi bu eksiklik, tıpkı filmde bilinçli yapıldığı belli olan yazarın isimsizliği gibi: ''bir yazar var adı nedir bilinmiyor.''

Öncelikle uyarmış olayım, eğer politik filmlerden hoşlanmıyorsanız sevmeyeceğinize garanti verebilirim. Filmin politik-gerilim olması yetmezmiş gibi, üstüne çok ağır işleyen bir tempoya sahip olması türle arası iyi olmayan izleyiciyi tamamen dışlayan bir atmosfer oluşturmasını sağlamış. Bunun yanı sıra politik filmlerden hoşlanıyorsanız, Alfred Hitchcock filmleri hastasıysanız, dünyayla ilgili az bir şey bilip her şeyi bildiğinizi sanıyorsanız, en ufak siyasi bilgi kırıntısına dünyanın politik sırrının anahtarı muamelesi yapabilecek kişilikteyseniz bu film tam sizlik. (Bunlar iyi özellikler, en azından hiçyoktan iyi özellikler diyelim :))

Film ağır... Karanlık, yağmur ve korku filmlerinden fırlamış otel gibi politik-gerilimin özevlat temalarını da bünyesinde harmanlayarak iyice ağırlaşmış hem de. Film başlar başlamaz, ''ahanda şimdi bir şey olacak, dur dur şimdi olacak, yok dur bu sahne hele bir geçsin ondan sonra olacak'' imajını gayet ustalıkla veren müzikler filmi ayakta tutan neredeyse tek öğe. Anlayacağınız, bu müzikler de olmasa 128 dk bitmeyecek.

Şimdi ''kardeş filmi övüyor musun yeriyor musun, karar ver hele'' diyebilirsiniz. Net bir şey söylemek gerekirse tam benlik bir film. Yaşattığı ''dünyayı kim yönetiyor'' paranoyası bile yeterli filmi izlemek için. Tabii Roman Polasnki çekmiş, Robert Harris'in kitabından uyarlanmış gibi ufak(!) ayrıntıları söylemiyorum bile. Bu arada Robert'ın Pompeii'sinden sonra okuyacak bir kitap daha çıktı bana :)

Hadi bir zahmet oyunculara da değinmiş olalım. Filmi izleyenler belki ''yavv tamam iyi hoş da bu filme bir insan evladı nasıl olur da 35 milyon dolar harcayabilir'' demiş olabilir. Cevap veriyorum, oyuncular yüzünden. Ufak bir Samanyolu gibi filmin castı. Bugüne kadar hiç sevmememe rağmen bu filmle beraber hayran kaldığım Ewan McGregor, bugün ilk sezonunun son bölümü yayınlanan The Walking Dead'in hain-pis ortağı Jon Bernthal, Leverage'yle ayrı bir yere koyduğum Timothy Hutton yetmez gibi en sevdiğim Bond'um Pierce Brosnan, İngiliz aktrist deyince aklıma gelen isimlerden biri olan Olivia Williams castın ana omurgasını oluşturuyor. Bir de ustalara saygı geçidimiz mevcut: Eli Wallach. Sırf Çirkin'imizi bir kere daha görmek için bile izlenir bu film.

Bu arada listem kabarık olmasına rağmen bu filmi tercih etme sebebim, Avrupa Film Ödülleri'nde gövde gösterisi yapmış olması. Alabileceği hepitopu 9 ödül varken, sen git bunların 6'sını al. Haliyle dikkat çekiyor.

İzleyin efendim...

7 / 10
Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...