21 Ekim 2011 Cuma

11-20 Ekim 2011 Filmleri

Her ırkın (millet demek belki daha doğru) kendine has özellikleri vardır algı dünyamda. Animemizi de borçlu olduğumuz Japonların hesabına düşen algı da naiflik dolaylarındandır genelde. Bu milletin sevgiyle ilgili tüm davranışları yumuşaktır. Sanki pudralanıp da yaratılmış beyaz yüzleriyle birleşen o saf bakışları insanı alır götürür. Coğrafyalarına da borçlu olabilirler bunu ama her neye borçlu iseler, ondan ben de istiyorum :)

5 Centimeters Per Second animesini de tam olarak böyle tanımlayabiliriz. İnsanın ta içini, hem de en derinlerini olabildiğince naif bir şekilde perdeye yansıtmış abiler. Hani bazıları, çizgi film diye küçümserler ya animeleri, sanırım böyle düşünenler varsa öncelikle bu animeyi izletmek lazım kendilerine. Eğer gönül gözleri açıksa, animenin attığı kroşelerle kendilerine gelmemeleri imkansız :)

Yapım 1 saatten biraz fazla ve toplamda 3 bölümden oluşuyor. Her hikaye hayatın farklı bir dönemini konu edinirken, derdini çoktan anlatmış olduğunu fark ediyorsunuz bir süre sonra. En vurucu özelliği belki de bu. Hiç bir şekilde kör göze parmak replik veya sahne yok. Alacaklarınız olacaksa bir zahmet siz alacaksınız hikayelerden. Hani öyle oturayım-izleyeyim mana delisi olayım derseniz çok beklersiniz :)

Değinmeden edemem. İlk hikayedeki tren sahnesi, anlatılmaz bir şey. Kim yaşamamıştır ki öyle bir yolculuğu. Sırf o sahne için bile izleyin lütfen! Ben yine de uyarayım, çok vuruyor ona göre!

5 Centimeters Per Second (2007) 8 / 10



Robert Rodriguez'in 1992 yapımlı El Mariachi filminin yeniden çekimle karışık pahalı bir devam filmi. Birçok kere izledim Desperado'yu ve hiçbir izleyişimde gram sıkılmadım. Ama şu var ki, ilk film olan El Mariachi'nin oldukça gölgesindedir bu film. Kadroya katılan ünlü isimler pek bir şey katmadıkları gibi, 7 bin dolara çekilen ilk filmin tüm büyüsünü götürmüşlerdir.

Bu filmin bir de şöyle bir yönü var. Genelde Quentin Tarantino'nun sanılıyor bu film. Ufak ama etkili bir rolü olduğundan böyle bir algı oluşmuş durumda sanırım. Üstüne bir de Quentin Tarantino tarzı olunca film, kaçınılmaz oluyor bu algı. Ama film her bir şeyiyle (yapımcılığıyla, rejisiyle, senaryosuyla) Robert Rodriguez'indir.

Steve Buscemi'nin o kendine has oyunculuğu görülmeye değer. Keşke biraz daha fazla olsaydı rolü de filmi bir adım öteye taşısaydı. Filmin benim açımdan en iyi 2-3 noktasından tekidir bu karakter.

Çok bozmuştur bu filmi Rodriguez, öyle böyle değil :) Para bulmak herkese yaramıyor görüldüğü üzere. Filmin başındaki ünlü parçayı izleyip kapatmak bile filmin hepsini izlemekten daha fazla keyif verir insana. Her izleyişimde edindiğim gözlem bu :)

Desperado (1995) 5 / 10



Tim Burton'un süper kahraman filmi olması ve belki de günümüzde Batman sevgisinin bu denli ayakta durmasını sağlaması dışında pek bir numarası yok bu filmin. Normal bir süper kahraman filmi. Atlanılıyor, zıplanılıyor, kötü adam ölüp iyiler kazanıyor...

Michael Keaton, Jack Nicholson ve Kim Basinger'in isimleriyle birleşen performansları bile filmi üst düzeye taşıyamamış. Gerçi bunların sebebi hep Christopher Nolan. Adam öyle bir Batman serisi çekti ki, onun dışındakilerin başına kara dev gibi çöktü. İster istemez, diğer tüm Batmanler onunkilerle kıyaslanıyor ve haliyle hepsi birer çöp muamelesi görüyor :)

Joker karakteri çok sığ olmuş. Nerede Nolan'ın Joker'i, nerede bu. Heath Ledger'in Joker'inin bu kadar sevilmesinin tek nedeninin, sadece talihsiz ölümü olmadığını bir kere daha ispatlar nitelikte bu film.

Güzel vakit geçirmek için izlenebilir. Hasılatı anlatıyor her şeyi zaten. Bire on gibi bir hasılat kazanmış ki, 1989 yılı için müthiş bir rakam bu. Batman karakteri ve en sevdiğim yönetmenlerden olan Tim Burton'un hatırına yukarı tamamlıyorum :)

Batman (1989) 5 / 10



206 dakikalık Drictor's Cut versiyonunu izlememiştim bu filmin ve artık zamanı geldi diyerek aradan çıkarayım dedim. İyi ki demişim. Keşke bir bahane daha olsa da, çok geçmeden bir daha izlesem.

Bu filme imza atan herkesi alkışlamak lazım. Sanırım en çok da Oliver Stone'yi. Filmin bazı sahneleri, bir yönetmen için fark yaratan konulardan olan, montajlama harikası şeklinde geçiyor. Ve 206 dakikalık bir filmde bunun ne kadar uzun ve yorucu olduğunu zannederim herkes tahmin eder. Üstüne bir de bu kadar akıcı bir senaryoya imza atması takdire şayan. Oliver Stone'yi bu filmle bir kere daha tartmak lazım.

Filmde büyük emek var. Her şey çok güzel ama oyuncu kadrosu enfes. Bir filmin algı yaratmadaki en kritik donanımının da (oyuncu kadrosu) böyle yüksek performans sergilemesi, tüm taşları yerine koyuyor ve ortaya başarılı bir yapıt çıkmaması imkansız hale geliyor. Tek tek oyuncuları sayarsak uzar gider mevzu. Değinmezsek ayıp olacak isme vurgumuzu yapalım, bırakalım şimdilik. Kevin Costner, iyidir hoştur. Ama şu filmde aşmış kerata. Dances with Wolves performansını saymazsak, izlediğim filmleri arasında açık ara en iyi performansını sergilemiş.

JFK (1991) 8 / 10



Tüm vücudu felçli, dolayısıyla hareket edememekte, yardım almaksızın konuşamamakta, yemek yiyememekte, hatta nefes alamamakta olan birini düşünün. Tüm dünyayla bağlantısını da, vücudunda felç uğramayan tek yer olan sol gözüyle sağlasın bu insan. İşte böyle bir adamın seyri Le scaphandre et le papillon. Yani Kelebek ve Dalgıç.

Bu açıdan bakınca hafif bir Mar Adentro anımsaması yaşamanız olası. Lakin kalite olarak siz deyin 2 katı, ben diyeyim 5 katı. O derece 'ne yiğitleri gözü yaşlı', 'ne gamsızları kederli' eyleyecek bir film olmuş. İzleyip de duraksamayacak insan tanımak istemiyorum!

Film bir taraftan dayak atıyor bu dediğim bağlamda, diğer bir taraftan da enfes yazılmış metniyle büyülüyor. Senariste hayran kaldım. Pek çok kısmı kolaylıkla alıntı yapılabilecek kıvamda. Bir de bu filme yorum yaparken değinilmemesi haram bir konu var; reji. Aslında rejiden öteye, güzel bir görüntü yönetmenlik performansı izlemek için bile defalarca tekrarlanılır bu film.

Cidden olmuş bu film. İzlemeyene neyse de, beğenmeyene iyi gözle bakmaz bu insan. Demedi demeyin sonra :)

The Diving Bell and the Butterfly (2007) 8 / 10



Sadece geçtiğimiz yüzyılın değil belki de insanlık tarihinin en büyük şahsiyetlerinden biridir Mohandas Karamçand Gandi. Onu büyük yapan hiçbir özelliği yoktur. Ne muhteşem bir sanatçıdır, ne inanılmaz kitapları vardır, ne de başka bir şey. Şarlo'yla görüşmesi dışında sanıyorum ki sinemadan da bihaberdir. İnsanlığı dışında gerçekten de hiçbir özelliği yoktur. Güzel yapabildiği tek şey, empatidir. Ama onu da öyle bir yapar ki! Kimseye tepeden bakmaz, kimseyi ikinci sınıf görmez. Belki de bu durum bize, hal diliyle pek çok şeyi anlatıyordur...

Bu tür, büyük şahsiyetleri anlatma derdinde olan filmler -genel algının tersine- benim nazarımda hep bir adım geriden başlar. Zira anlatmayı umdukları insanları anlatacağım derken, sinema ruhu kaynar gider aralarda. Lakin bu film bunun bir hayli farkında. Filmin başına koydukları metin bunu açıkça gösteriyor; "Kimsenin yaşamı bir anlatıma sığmaz. Her yıla gereken ağırlığı vermek, bir ömrü şekillendirmede rolü olan her olayı ve insanı katmak imkansız. Yapılabilecek şey, tarihi kayıtların özüne sadık kalmak ve bu adamın yüreğini anlamaya çalışmaktır."

Çok şey denir de, Ben Kingsley'e hayranlığımı sunup kaçayım huzurdan bu filmlik. Tarihin en hak edilmiş oscarlarından tekidir bu performans sonunda kazanılmış en iyi erkek oyuncu oscarı. Gandhi yaşasaydı büyük ihtimalle Gandhilikten affını isteyip Ben Kingsley'i oturturdu o koltuğu. Daha demiyorum bir şey, çok büyük oynamış.

Gandhi (1982) 8 / 10



Son dönemin 'haydi genç kızların ellerinden düşmeyen romanları filmleyelim' trendinin son örneklerinden. Tabii izlerken başta Twilight olmak üzere pek çok filmi anımsamadan edemiyorsunuz böyle olunca. Konu da zaten aşağı yukarı aynı. İçine biraz daha dıkşın katınca, Jumper soslu Twilight olmuş çıkmış film.

Eğer şöyle müzikleri hareketli, izlerken bir şeyler yiyip içmek istediğiniz film izlemek isterseniz tam o dolaylardan bir film I Am Number Four. Benim gibi sıfır beklentiyle izlerseniz keyif bile alabilirsiniz.

Devam filmi de gelecek gibi ama hakkında bir şey duymadım serinin. Bekleyelim görelim bakalım :)

I Am Number Four (2011) 4 / 10



İngiltere'nin, son yıllarda ardı arkası kesilmeyen yakın tarihiyle yüzleşme filmlerinden biri daha. Filmde, benzer diğer örneklerinin yanında Made in Dagenham havasını solumak çok daha kolay. Bunun da sinema özellikleri, anlattığı hikayenin vuruculuğu altında ezilmiş. Ve sonuç olarak hayli belgeselimsi bir yola sapmış.

Oyunculuklar ve filme sinmiş ağır dram, İngiltere yalınlığıyla birleşince, ortaya izlenesi bir film çıkmış diyebiliriz. Ama bu özellikleriyle türdeşlerinden ayrılmayı başaramayacak kadar da düz olmaktan kurtulamamış. Ve fakat babasının adıyla anılmaktan kolay kolay sıyrılamayacak Jim Loach'ın ilk filmi olduğunu düşünürsek, ilk filme göre de gayet başarılı.

Emily Watson, karakteri hakkıyla yorumlamış gibi gözüküyor. Ama rolü az da olsa, Hugo Weaving bambaşka bir oyuncu olduğunu bir kere daha göstermiş bu filmde. Tek sahnede gösteriyor kendini ama fazlasıyla yetmiş o ufacık sahne :)

Oranges and Sunshine (2010) 5 / 10



Daha bir şey demeden Thomas Turgoose'yi bir öveyim de rahat edeyim hele :) Arkadaşlar o nasıl bir performanstır öyle? Karakteri nasıl özümsemektir? Tamam bunlar kaliteli bir oyuncu için elzem şeyler ama lütfen 15 yaşındaki birisi de bunları yapamasın. Resmen büyülendim elemanın performansına. Hani büyümüş de küçülmüş lafını, sanırım bu arkadaş için çıkarmışlar. O kadar oynamış!

Oyuncular üzerinde durmak istemiyorum. Zira bu bir performans filmi değil. Daha çok, insanı politik mesajlarıyla vura vura öldüren cinsten bir film ama Stephen Graham'ı da anmamak olmaz. Geçtiğimiz senenin en sevdiğim dizilerinden Boardwalk Empire'de, ünlü mafya babası Al Capone'yi muazzam canlandırmasıyla iyice gözüme girmişti ama demek ki uzun yılların sonucuymuş bu performans. Zira şu filmdeki haline ne roller feda edilir, anlatılmaz. Tek başına almış götürmüş filmi.

Aslında filmi izlemeniz lazım. Ne dense boş... Faşizm nedir, hümanizm nedir, politika nedir, insan yığınları nasıl yönlendirilir, boş zihinler nasıl yıkanır, göçmenlik, kimlik... Pek çok soruya parmak basış güzellemesi şeklinde akıyor film. Hepsinden az ve öz var. Ama en çok da insan doğası var. Zaten tüm bu politik eğilimlerin çıkış noktası, yaşadıklarımızın bilinç altımıza etkileri toplamı değil mi!?

This is England (2006) 7 / 10 



En sevdiğim devam filmleri sınıfından bir film olmuş. 28 Days Later'la öyle aman aman bir alakası yok ve en az ilk film kadar başarılı. Hatta gözle görülür bir şekilde daha başarılı. Müzikler istisna :)

Açılış sekansı oldukça etkileyici. Bakışlar olsun, planlar olsun tamamen beklenti aşırtması yaşatıyor bünyeye. Filmin belki de en dezavantajlı kısmı burası. Açılış çok güzel olmasa, sonradan düşen temponun göze batması imkan dahilinde olmayacakken, kendi elleriyle vurmuşlar kendilerini.

Spoiler olmasın diye değinmeyeyim. Ama güzel ve de dolu göndermeler sezdim filmde. Özellikle abd ordusu özelinde, hafif bir Irak eleştirisi hakim filmde. Bakalım 2013'te gelecek 3. filmde de bu tür bir eğilim olacak mı?

Son yıllarda hızla yükselen oyunculardan olan Jeremy Renner, bu filmde de üstüne düşeni fazlasıyla yerine getirmiş. Bay Luther'imiz Idris Elba'nın da ufak bir rolü var. Böyle sevdiğimiz oyuncuların az biraz gözükmeleri bile yeterli oluyor. 

28 Weeks Later (2007) 6 / 10
Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...