26 Şubat 2011 Cumartesi

127 Hours (2010) - Geçer Mi 127 Saat?


Blogun başlık kralı bu film sanırım. Daha vizyon görmeden bile şurada ve şurada 2 post atmıştım. O başlıklarda da görüleceği üzere ilk teaserla bekleme konumuna geçip, fragmanla beraber sabırsızlanmaya başlamıştım. O derece bekliyordum filmi. Tüm beklentilerimi karşıladı sağolsun. Hatta fazlasını...

127 Hours da, bu senenin -izlediğim- diğer tek mekan filmleri gibi güzel. Frozen'den çok çok daha iyi. Buried'i de heyecanın son tura kadar süreceği ama finishi daha önce göreceği bir yarışta geçer. Buried'de de acayip darlanmıştım, nefesim kesilir gibi olmuştu. 127 Hours'un kesinlikle aşağı kalır yanı yok bu tip etkiler göstertmekte. Birbiriyle alakasız -illa da alaka kurulacaksa zıt kutuplarda bulunan- duyguları aynı anda hissettim 90 dakika boyunca. Bu açıdan çok başarılı diyebilirim filme.

Hala filmin konusu nedir bilmeyen var mıdır bilmiyorum. Çünkü spoilerden nefret eden ben bile filmi izlemeden, hatta fragmanlardan itibaren filmle ilgili her şeyi anlamıştım. Tüm senenin en fazla beklenen yapımlarından biri olması hasebiyle yaptığı süksenin üstüne filmin türü de eklenince, filmde sürpriz mürpriz kalmamıştı. Zira film, başkarakter olan Aron Ralston'un başına gelenleri yazdığı Between a Rock and a Hard Place adlı kitaptan uyarlanma. Buna rağmen hala "yok ben kurtardım kendimi bu sükseden, hiçbir şey bilmiyorum konuya dair" diyenler varsa bir sonraki paragrafı atlayabilirler. Ama ben rahatsız olmadım bunlardan, okunsa da çok bir şey kaybedilmez kanımca.


Film Aron Ralston adında tamamen uçarı birinin başına gelenleri anlatıyor. Ama öyle böyle değil, çok uçuk biri. İki saniye yerinde duramıyor. Tek başına kanyonları geçip, buzullara tırmanıyor. Film ise fragmanda da görüldüğü üzere bu Aron kişisinin, kuş uçmaz kervan geçmez bir kuytuda devasa bir kaya marifetiyle sıkışıp kalmasını anlatıyor. E zaten bunları yazdığı bir kitap olduğuna göre, belli ki kurtulmuş. Hatta filmin en büyük spoileri ismi oluyor bu durumda. Belli ki bu kurtulma olayı da 127 saat sürmüş. İşte filmin en büyük başarısı burada bana kalırsa. Buried'deki gibi herhangi bir merak konusu yok. Adamın kurtulacağı kesin. Dediğim gibi hiç sürpriz yok. İşin kötüsü herhangi bir sürpriz olma ihtimali de yok.

Buna rağmen nasıl gerim gerim gerildim, nasıl kızarıp bozardım film boyunca bir de bana sorun. Filmde yer yer karakterle beraber aynı çaresizlik kuyusuna düşüp aynı ümitsizlik denizinde boğuluyorsunuz. Yer yer de yine karakterin o psikopata bağlayan yaşam mücadelesiyle canlanıp, hayata tüm uzuvlarınızla(!) sıkıca tutunuyorsunuz.

Filmin gerçek bir olayı anlattığına kolay kolay inanmak istemedim izlerken. 3-4 defa zihnen filmden kopup kopup kendi yaşamıma şükrettim, film süresince. Aron Ralston'un yapması gereken tercihlerle karşılaşmadığım için dünyanın en şanslı insanı saydım kendimi. Onun yaptığı ufak gibi görünen ama felaket getiren yanlışları yapmamak için motive ederken buldum kendimi. Maceraymış, çılgınlıkmış, "genciz, o zaman çıldırrrrrr" tandanslı hayallerime ket üstüne ket vururken yakaladım içsesimi... Her insanı bu derece etkiler diye bir iddiam yok. Hatta izleyeceklerin en azından yarısı bu dediklerimin çeyreğini bile hissetmeyecektir. Ama tam konsantrasyonla izleyenlerde yüzde yüz bu duygular canlanacak diyebilirim.


Filmin yönetmeni, bu kadar tanınmasını Slumdog Millionaire'e borçlu olan Danny Boyle. Kamerayı, sadece kamera olarak kullanmayan nadir yönetmenlerdendir kendisi. Kendine has imza hareketleri vardır, nerede görseniz hemen anlarsınız Danny Boyle'nin çektiğini. Bu film de tamamen öyle olmuş. Filmin kendi içindeki durağanlığını, aksiyonel ekran efektleriyle gayet güzel şenlendirmiş. Bu filmin bir de şöyle bir özelliği var Danny Boyle açısından. Bugüne kadar yönetmenlik ve yapımcılık yaparken, bu filmle beraber senaristlik kariyeri de başlamış oldu. Gerçi Slumdog Millionaire ile hafiften ekuri olma yolunda ilerledikleri senarist Simon Beaufoy'un asıl yükü omuzladığını düşünsem de, sadece yönetmekle kalmayıp kalemin ucundan tutmaya başlaması bile sevindirici Danny Boyle'nin. Yazanlara her zaman ayrı bir sempatim vardır. Devam eder umarım.

Bu senenin garip bir yanı var. Oscar'la gündeme gelen filmlerin geneli, hatta hepsi üstün oyuncu performansları barındırıyor. Sadece buna bağlamak yanlış olsa da, oyunculukların bu filmlere kesinlikle çok büyük katkısı var. Zaten genel bir bakış attığımızda bu filmlerin bu denli isim yapmalarının altında, isim yapmış yönetmenlerle üstün performans göstermiş oyuncuların bileşkesini görüyoruz. Ya da en azından benim açımdan böyle görünüyor diyelim. Zira tüm fazla adaylığı olan filmleri sevsem de aralarında sadece Inception açık ara önde gibime geliyor. Diğer filmler ise bu dediğim sınıfı oluşturuyor. Yani oyuncularının performanslarıyla yükselen filmler grubuna.


127 Hours da bu sınıfın gözde öğrencilerinden. Diğer aday filmlerdeki gibi, bu filmde de çok beğendiğim bir performans izledim. James Franco'yu ilk Spider-Man'den hatırlıyoruz genelimiz ama benim takip radarıma girdiği ilk film Tristan + Isolde. Üzerine konuşulacak enfes bir performans olmasa da boşuna Spider-Man'de oynamamış demiştim o filmle beraber. Sonrasında hep aradığım oyunculardan oldu. Sırf o oynadı diye filmler izledim. Böylesine sevdiğim bir oyuncunun sadece kendi kariyerinin değil, genel oyunculuk zirvesinin eteklerinde dolaşan bir performans sergilemiş olması çok sevindirici.

127 Hours bir hikaye filmi olmadığından duygu aktarımında yönetmen ve senaristlerden çok daha fazla yük, oyunculara/oyuncuya düşüyor. Üstüne bir de tek mekan-tek karakter filmi olunca duygu aktarımı daha bir zorlaşıyor. Bu perspektiften bakınca James Franco'nun performansı bir kat daha büyüyor. Büyüyor ama Oscar'ı alacak kadar mı derseniz, hayır derim. Zira Colin Firth bu senenin açık ara lideri. Bu da James Franco'nun şansı herhalde. Sen git üstün bir performans sergile. İlk Oscar adaylığını da kap. Karşına Colin Firth'in VI. George performansı çıksın sonra.

Tek mekan dezavantajlarına hapsolmamak için yapılan birkaç hamle var filmde. Birçoğu da kurnazca yapılmış. Kurnazlık ithamıyla tatlı-sert eleştirilmeyecek bir şey varsa filmin o kısmında, kesinlikle müzikler. Çok başarılı buldum. Zaten A.R. Rahman ne yaparsa güzel yapar bir abi. A.R. Rahman'a hakkını teslim ettikten sonra finaldeki parçaya ayrıca dikkat çekmek lazım. En sevdiğim gruplardandır Sigur Ros. Takip edilesi bir gruptur. Uçuk kaçıktırlar ama enfes parçaları vardır. Finalde de Med Sud I Eyrum Vid Spilum Endalaust albümünlerindeki Festival parçası çalışıyor. Özellikle parçanın 2 bölümlük olması, ikinci kısmının ilkine göre insanı yerinde durdurmayan bir ritme sahip olması vs bence muhteşem uymuş o bölüme. Her sevdiğim parçanın özel bir duygusu vardır bende. Festival'inki de okyanusların ışık görmeyen derinliklerinden, güneşin yok eden aydınlığına yolculuk yapmak gibi bir histir. Finaldeki o bölüm yine aynen böyle hissettirdi. Müzikle hikaye anlatımını en iyi kullanan yönetmenlerden biri olduğu için, filmin sonunda biraz daha sevdim Danny Boyle'yi.

Artık Oscar törenine hazırım diyebilirim. Sadece True Grit kaldı ama onu da izleyeceğimi sanmıyorum hal-i hazırdaki imkanlar dolayısıyla. Tören gecesinin komikliklerini-şakalarını kaçırma ihtimali böylelikle gayet azaldı. İyi bir tören izleriz umarım. Filmdeki talk show performansının yarısı bile yeter tören için James Franco'ya. Bu arada törende birinin James Franco'ya su vermesini bekliyorum. Eğer bu espriyi yapacak kişi Colin Firth olursa, hele de En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alırken verirse suyu, hafızalarda uzunca süre kalır sanırım. Colin'i tanıyan varsa bir zahmet sunsun bu fikri kendisine. Gerçi gördüğüm kadarıyla çok beyefendi birisi Colin Firth ama gerçekten güzel olurdu sanki :)

8 / 10
Devamını Oku

25 Şubat 2011 Cuma

Siyad Ödülleri Dağıtıldı


Oscar'a sayılı günler kala bizim de Oscar'lar dağıtılmış. Kendimden mi utansam, sektörden mi utansam bilemedim. Törenin galibi ve galipliği kıl payı kaçıran filmleri, diğer aday filmler gibi izlemedim henüz. Sektör diyorum, zira henüz vizyon görmemiş filmler var.

İzlediğim tek film ise Prensesin Uykusu. Diğer filmleri izlemediğimden ne derece objektif bir yorum olur bilemiyorum ama Sevinç Erbulak gayet iyiydi filmde. Sevindim ödül almasına. Tüm ödüller ise şöyle;

43. SİYAD ÖDÜLLERİ
En İyi Film: Kosmos (Yapımcı: Ömer Atay)
En İyi Yönetim: Reha Erdem (Kosmos)
Cahide Sonku En İyi Kadın Oyuncu Performansı: Sevinç Erbulak (Prensesin Uykusu)
En İyi Erkek Oyuncu Performansı: Bartu Küçükçağlayan (Çoğunluk)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Performansı: Nihal Koldaş (Çoğunluk)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Performansı: Settar Tanrıöğen (Çoğunluk)
Mahmut Tali Öngören En İyi Senaryo Ödülü: Seren Yüce (Çoğunluk)
En İyi Görüntü Yönetimi: Florent Herry (Kosmos)
En İyi Kurgu: Reha Erdem (Kosmos)
En İyi Sanat Yönetimi: Ömer Atay (Kosmos)
En İyi Müzik: Selim Demirdelen (Kavşak)
En İyi Belgesel: Direnişçi (Yönetmen: Murat Utku)
En İyi Kısa Film: Bisiklet (Yönetmen: Serhat Karaaslan)
Ahmet Uluçay Umut Ödülü: Cahit Çeçen (Kahpe Devran adlı belgeseliyle)
Onur Ödülleri: Tuncel Kurtiz, Yusuf Kurçenli ve Cahit Berkay.
2010’da gösterime giren Beyaz Bant-Das Weisse Band (Yönetmen: Michael Haneke) filmi ise Yılın En İyi Yabancı Filmi seçildi.
Devamını Oku

24 Şubat 2011 Perşembe

Prensesin Uykusu - Altyazı Aktivitesi Tamamlandı


Geçenlerde haberini vermiştim aktivenin. Gerçi biraz gecikmeli oldu ama o kadar da olur :) Filmin işitme engelliler için altyazısı hazır.

Tabii altyazı hazırlarken izlememek olmaz filmi. Çağan Irmak'ın bence en iyi filmlerinden biri. Yeterli popülariteye ulaşamadı ama sinemaseverler arasında saygın bir yer bulacağını düşünüyorum Prensesin Uykusu'nun.

Altyazıya burdan ulaşabilirsiniz.
Devamını Oku

23 Şubat 2011 Çarşamba

The Tourist (2010) - Hüsran...

Spoiler yoktur.


Son 4-5 gündür durmadan Oscar filmlerini izliyorum. Hem biraz ara vereyim bu maratona hem de yeni çıkan filmleri daha fazla ertelemeyim dedim. Bir nevi dinlenmek için yaptım bunu ama dinlenebildin mi derseniz, olumlu bir cevap vereceğimi sanmıyorum.

Bugüne kadar sevdiğim veya en azından anlattığı şeyi sevdiğim yapımları yazdım buraya. İlk defa hayal kırıklığı yaşatan bir filmi yazıyorum. Daha önceden hiç mi beklentilerimin altında kalan film olmadı? Tabii ki oldu. Ama artık nasıl bir vurgun yediysem The Tourist'ten, buraya da yazma ihtiyacı hissettim.

Neresinden başlıyım vurmaya gerçekten bilmiyorum. Neyse yönetmenden bir başlayalım gerisi gelir herhalde. Filmin yönetmeni ve senaristlerinden biri Florian Henckel von Donnersmarck. Gerçekten çok üzüldüm kendisi için. Yönetmenlik kariyerine, The Lives of Others gibi belki de bir yönetmen ve senaristin son filmi olması gereken enfes bir filme başladı. Hatta şu başlıkta da öve öve bir haller olmuştum. O yazının sonlarına doğru da daha fazla projede bulunması gerektiğini söylemiştim. Vazgeçtim. Lütfen bu tür yapımlar çıkacaksa, otur abicim evinde. Boşuna ismini kirletmemiş olursun. Üzüldüm kendisi için!


Senaryo grubuna ne demeli. Florian dışındaki diğer iki kişi de kelli felli usta senaristler. The Usual Suspects (Olağan Şüpheliler) gibi muhteşem bir filmi tek başına yazan Christopher McQuarrie'nin bu filmin içinde olduğuna inanmak gerçekten çok zor. Diğeri de Bir önceki neslin usta kalemlerinden Julian Fellowes. Gerçi kendisi son 10 yıldır neredeyse hiçbir şey yapmamış. Paslanmış belli ki. Bunu da ispatlamak istemiş anlaşılan. Başardın abi, haberin olsun.

Gerçi film 2005 yapımlı Anthony Zimmer filminin yeniden çevrimi. İzlemediğim için nasıl bir uyarlama olduğunu söyleyemeyeceğim ama, sinema izleyicisine hakim olan "kitaptan-filmden-diziden uyarlamalar her zaman kötüdür" imajını büyük ihtimalle destekliyordur eminim. En yakın zamanda izleyip bunu teyit edeceğim. O zamana kadar bu genel-geçer kuralla amel etmek en güzeli.

Filmde her şey mi kötü? Değil. Mesela İtalya. Şu kısa hayatımda şimdiye kadar 8 ülke gezmiş biri olarak, belleğimde en çok yer etmiş ülke İtalya'dır diyebilirim. Özellikle Roma'yı herkesin bir kere görmesi lazım. 6 günlük İtalya gezimde, en çok Venedik'e gitmek istemiştim ama nasip olmamıştı. Venedik'i bu kadar güzel aktardığı için teşekkür edesim var ama bir tarafım hala yaşadığım hüsranı hatırlıyor ve vazgeçiyorum. Sanırım etmeyeceğim teşekkür filan :)


Filmdeki tek güzellik İtalya değil tabii. Filmi izleme/bekleme nedeni olan Johnny Deep ve Angelina Jolie yine aynılar. Her zamanki güzellikleri filme de yansımış. Zaten Johnny Deep de olmasa kesinlikle her şeye rağmen bitirmezdim filmi. Sırf İspanyolca esprileri bile sevimliliğini katmerliyor filmde. Karayip Korsanları 4 için bir nevi ısınma diyelim geçelim bu performansa.

Ve son bir güzellik. Filmle ilgili ilk yazımda, fragmanında kullanılan müzikten bahsetmiştim. Fragmanı sırf fonda çalan Map Of The Problematique için bile izlenecek cinstendi ve nitekim sırf bu sebeple fragmanı kaç defa izledim bilmiyorum. Filmin sonunda da yine Muse'den Starlight çalıyor. Sürpriz finalin de etkisiyle kaptırıyorsunuz bu Coldplay ve U2 tarzındaki Muse parçasına. Ve tüm süresince bırakamadığı o tadı, finalinin etkisiyle bırakıyor The Tourist.

Sonlarda biraz övdüm gibi oldu ama film bu kadroya göre gerçekten korkunç :)

4 / 10
Devamını Oku

22 Şubat 2011 Salı

The Fighter (2010) - Christian Bale Oynuyor, Biz De İzliyoruz...


Senenin hit filmlerine devam ediyorum. Sıra, fragmanı çıktığından beri hasretle beklediğim The Fighter'da.

"Ne diye hasretle bekliyorsun" diyenlere tek cevabım vardı en başından beri; Christian Bale. Sıra sıra değişse de aktif aktörler arasında her zaman ilk 3'tedir kendisi. Rollere girme konusunda eline su dökebilecek çok az insan var bence. Sadece Makinist filmi için verdiği 30 kg bile saygı uyandırır. İşte bu yetenekli abimiz her nasıl oluyorsa, Oscar tarafından hiçbir şekilde ödüllendirilmiyordu. Bırakın ödüllendirilmeyi, görülmüyordu bile. Hiç adaylığı yok Oscar tarihinde. Bu filmin benim için belki de en önemli noktalarından biri bu açısıya sahip olmasıydı. Burda bir noktalı virgül atıyoruz.


Filmi ilk olarak Mark Wahlberg'ten duymuştum. 2005 veya 2006 yıllarında olması lazım. The Departed filmi hakkında konuşuyordu, dolayısıyla 2006 yılı olma ihtimali daha yüksek. "Bundan sonrası için ne düşünüyorsun" temalı sorulardan birine "boks filmi yapmak istiyorum" demişti. Tabii ilk bakışta biraz garip geliyor. Mark Wahlberg dediğin, yüksek bütçeli filmlerin yer yer yan, yer yer de baş rolünde oynayan bir oyuncu. "Ne diye yapmalı etmeli konuşsun ki" demiştim içimden. Daha sonra öğrendim ki abimiz, türlü açılımlar peşindeymiş. Zamanla bu yolda ilerledi ve kendisi artık hem oyuncu hem de bir yapımcı. Sanırım bunda The Departed'da çalıştığı Martin Scorsese'nin etkisi fazla. Bilmiyorum geçmişlerini ama her şey orada düğümleniyor gibi. Belki daha önceden de tanışıklıkları vardı ama The Departed'dan sonra hem yapımcılığı düşünmesi hem de The Fighter'ı dillendirmeye başlaması bunun olasılığını artırıyor. Buraya da atalım bir noktalı virgül.

Rocky'yle büyüyen bir nesiliz biz. Gördüğümüz her boks filmini onun bir türevi gibi sayarız. En son 2005'de Russell Crowe'la Renee Zellweger'in oynadıkları Cinderella Man, bu yükü biraz da olsa aldı Rocky'nin üstünden. Ama Rocky hala baskın boks filmi olarak devam ediyor. Bu filme de, ilk haberleri geldiğinde Rocky tarzı demişlerdi. Filmi izledikten sonra kesin kanaatim Rocky'den fazlaca uzak, Cinderella Man'den uzak bir film olması. İlla da bir boks filmiyle benzetme çabasındaysak, Raging Bull fazlasıyla işimizi görecektir.


Bir yukarıdaki noktalı virgülden şimdi devam edebilirim. Evet illa da bir filme benzeteceksek The Fighter'ı, Raging Bull olmalı o film. Raging Bull 1980 yapımlı ve 8 Oscar adaylığı olan bir Martin Scorsese filmi. Onda da bir boksör var ve o da The Fighter gibi boksla hiç alakası olmayan bir film aslında. İkisi de biyografi temelli, en babasından drama. Mark Wahlberg'in izlenti geçmişinde bu filmi izlememiş olması imkansız. Üstüne bir de The Departed'da Martin Scorsese ile çalışınca, önceden tanışmıyor olsalar bile The Fighter'ın ilk temeli atılmış Mark'ın zihninde.




Şimdi de ilk noktalı virgülden devam edebiliriz. Mark'ın Martin Scorsese ile tanışıp üstüne Raging Bull ayarında bir film yapıyor olması, bunun da üstüne yine 2006'daki The Departed'la En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu adaylığı alması zihnimde Oscar için çekilmiş bir film olduğu imajı oluşturmuştu. Çünkü anladık ki Oscar kurulunun zihni sabit ve belli bir türe ödül veriyor. O türün dışında, karşılarına dudak uçuklatan bir yapımla çıksanız bile tınlamıyorlar.

Christopher Nolan en güzel örneğidir sanırım bunun. Sen git Memento gibi upuçuk bir film yaz-yönet, sonra Batman serisine yeniden can veren Batman Begins'i yaz-yönet, sonra The Prestige gibi anlata anlata bitirilemeyecek bir film yaz-yönet, hemen akabinde yeniden can verdiğin Batman serisini uçuran bir The Dark Knight yaz-yönet, bunlar yetmez gibi belki de gelmiş geçmiş en iyi film listelerinden hiçbir zaman çıkmayacak bir Inception yaz-yönet ama Oscar kurulu yan gözle bile bakmasın sana. Ödülden geçtim, bir tanecik adaylık bile vermesin hiçbirine.

Tabii bir de güncel örneğimiz var. Hatta bu örneğin bir işlevi daha var. Örneklikle kalmıyor, üstüne bir de kanıtlık yapıyor. Tabii ki David Fincher. Se7en ve Fight Club gibi filmler çekip, sıfır adaylıkla öylece ortada kaldı bu güzel abimiz de. Sonraki yıllarda çarkı gördü, ve oyunu kuralına göre oynamaya karar verdi. İlkin 2008'de The Curious Case of Benjamin Button ile adaylık kaptı. Baktı doğru yolda bu sene de The Social Network'le turnayı gözünden vurdu ve Akademi'nin neredeyse en gözde filmini çekti. Diğer 2-3 filmin şansı olsa da şuan The King's Speech'le beraber heykelcik için şansı en yüksek film The Social Network.

Şimdi bunlara neden mi girdim? The Fighter işte bu sebeple önemliydi. Mark Walhberg de David Fincher gibi çarkı öğrendi ve ona göre 5 yıla yakın hazırlık yaparak bir film çektirip oynadı. Haliyle ilk haberler geldiğinde bayağı bir heyecanlanmıştım. Ne de olsa çarka göre çekilen bir filmde oynuyordu Christian Bale ve adaylığı neredeyse cepteydi. Derken fragman geldi. İzleyen herkesin görebileceği üzere, Christian Bale yine enfes performanslarından birini sergiledim diye bağırıyordu. Ve nihayet filmi izledim.

Film neredeyse Christian Bale için çekilmiş. Resmen döktürüyor. The King's Speech'teki Geofrey abinin performansı da iyi hoş ama Christian Bale kesinlikle çok daha önde. Filmin başrolünde Mark var ama izleyen 100 kişiye sorsak başrol kim diye, kesinlikle daha fazla sayıda kişi Christian Bale'i seçer. Yine bir arıza çıkarıp vermezlerse, bir şey demiyorum Akademiye.

Film dediğim gibi bir boks filmi değil. Öyle bir beklentiyle izleyecek olanlar kalkışmasın bile. Bu tür bir beklentim olmamasına rağmen ben bile sıkıldım filmde. Özellikle birkaç sahne gerçekten senaryoya hiç katkıda bulunmuyor. Sanırım burada senarist grubun etkisi bir hayli fazla. Senaristlerden hiçbiri üst sınıf değil ve teki dışındakilerin ilk filmi. Hal böyle olunca, üstüne bir de "based on a true story (gerçek hayattan uyarlama") olunca film, senaristler altında kalmış yapımın.


Bununla beraber dramı çok sağlam filmin. Oyuncular da duyguyu geçirmede bir hayli başlarılı olunca, garip bir tamamlama durumu olmuş. Özellikle Mark Wahlberg'ten bu kadarlık bir performans beklemiyordum. Kendini biraz aşmış bu filmde. Onunla beraber Doubt, Julie & Julia ve Leap Year'la dikkatimi ziyadesiyle çeken Amy Adams da güzel iş çıkarmış. Kesinlikle kariyer rekoru kırmış performans olarak. Ve haklı olarak 3. Oscar adaylığını kapmış.

Bir de kişisel bir teşekkür edeyim filme. Fighter kelimesi bu filme değin her zaman Christina Aguilera'yı anımsatmıştır bana. Artık bu film geliyor. Sevmediğim birini istemsiz bir şekilde anımsamak gibisi yoktur. Teşekkürler The Fighter :D

7 / 10
Devamını Oku

21 Şubat 2011 Pazartesi

Black Swan (2010) - Natalie Portman Vs. Darren Aronofsky

İlk uyarı: Spoiler yoktur.


Senenin en çok beklediğim filmlerini erteledim erteledim, sonunda Oscar finish düzlüğüne girdiğimiz bu hafta izlemeye başladım. Arka arkaya izlemekten midir bilmem, istediğim-beklediğim gibi çıkmıyorlar. Tamam güzel filmler ama bu kadarcık beklentiyi bile karşılayamıyorlarsa...

Baleyi pek sevmem. İzlerim ama izlemek için ekstra gayrette kesinlikle bulunmam. Sırf bu sebeple bir "bale filmi" olan Black Swan'ı bir taraftan -yönetmeni ve başrolü dolayısıyla- inanılmaz beklentiyle beklerken, diğer taraftan da "acabalı" bekliyordum. Sonuç ikisinin karışımı oldu gibi.

Benim için sinema tarihinin sayılı yapımlarından olan, Requiem for a Dream'ı çetiği için her zaman üst düzey yönetmenlerden biri olacaktır Darren Aronofsky. Hatta bundan sonra hiç film çekmese bile sırf o film için methiyelerimi düzerim lafı açıldığında.O derece büyük bir şey yapmışlığı var. Geçtiğimiz senelerde The Wrestler'ı özellikle bu sebeple bayağı bir gecikmeyli izlemiştim. Sırf, Requiem for a Dream'la nazarımda kazandığı prestiji kaybetmesin Darren diye. Gerçi izledikten sonra, iyice sevdim yönetmeni. Çünklü artık kanıtlamıştı, tarzı olan bir yönetmen olduğunu; dönen kamera olsun, yalnızlık ve baskı toplumunda ezilen bireyin gözünden hikaye anlatımı olsun...

Black Swan'ı parçalarına ayırırsak en iyi parçalarından biri kesinlikle rejisi. Darren Aronofsky, yine konuşturmuş kamerayı. Gerçi filmin başlarında, hikayeye girmekte çok zorlandığımı söylemeliyim. Tabii burda sorumluluğu senaryoya veriyorum. İlk 5-10 dakikadan sonra ara vermeyi bile düşündüm. Ama sonra "her filmin bir sonu vardır" şiarıyla devam ettim ve bir de ne göreyim, film bitmiş. İnanılmaz bir deneyimdi diyebilirim. Özellikle filmin final kısmı, efsanelerimin arasına çoktan girdi.


Darren Aronofsky'a tam puan verdikten sonra, filmin en güçlü parçasına geçelim. 1994 yapımlı Leon'la hayatımıza girdiğinden beri takipteyim kendisini. Başrolünde oynayıp da izlemediğim filmi yok. Bugüne kadar vasat performansına şahit olmadığımı kolaylıkla söyleyebilirim. Gerçi vasat bir oyuncu bile olsa V for Vendetta'da oynamış olması dilimden düşmemesine fazlasıyla yeter. Natalie Portman çok büyük oynamış Black Swan'da. Colin Firth'in The King's Speech'teki performansı nasıl muazzamsa, Natalie'nin de Black Swan'daki performansı öyle muazzam. Oscar gecesi "kim kazanır acaba" denilmeyecek 2 ödül varsa kesinlikle En İyi Aktör ve En İyi Aktirist ödülleri.

Filmde yönetmen ve başrol dışında 2 öğe daha var dikkat çeken. İlki Mila Kunis. Çok severim kendilerini. Ama nedense bir türlü patlama yapamıyor. Bu filmdeki performansıyla önümüzdeki yıllarda daha sağlam roller kapacağını düşünüyorum. Umarım yanılmam. Bir diğeri ise Fransa'nın herbir şeyi Vincent Cassel. Role cuk uymuş diyebilirim. Nerede arıza rol varsa bence Vincent'e versinler. Acayip gidiyor bu rollere ve bu filmin de en iyilerindendi. Ama dediğim gibi Natalie Portman nasıl bir performans sergilemişse, her şey gölgede kalıyor.

Bu değerlendirmelerden sonra filme güzel demekle yetindiğim için üzülüyorum. Natalie'ye 10 puan, Aaron'a 9.5 puan, filmin tümüne ise 7 puan.
Devamını Oku

20 Şubat 2011 Pazar

The King's Speech (2010) - Colin, O Nasıl Performanstır Öyle?

İlk Uyarı: Spoiler yoktur.


Malum, Oscar'a sayılı günler kaldı. Her ne kadar ''nerede o eski Oscar'lar'' diyorsak da, hala bir alternatif çıkmadı bu organizasyonun karşısına. Dolayısıyla hala açık ara liderliğini koruyor ve hala senenin en çok beklenen gecesinin ev sahipliğini Akademi üstleniyor. Bize de o geceyi beklemek kalıyor.

Tabii o geceden zevk almak istiyorsak da yapılması gereken bazı şeyler var. Öncelikle önemli adaylığı olan filmler olmak üzere aday filmleri izlemek lazım. Yoksa hem bazı şakalar havada kalıyor hem de yaptığınız kritikler hedefe ulaşmıyor. Zaman içerisinde asıl ödüle aday 10 filmden 6'sını izlemiştim. Son haftaya kadar beklettim diğerlerini ama bu saatten sonra beklemeye değmez diyerekten kalan 4 iddialı filme başlamış oldum The King's Speech'le.

Filmin konusunu bilmeyen yoktur diye hatırlatma yapmış olalım. The King's Speech, -isminden de anlaşılacağı üzere- özel bir konuşma üzerine kurulu. Kekemelik sorunu olan İngiltere Kralı VI. George'nin hayatına kısa bir bakış atıyoruz filmde. Kral VI. George'nin görev süresi II. Dünya Savaşı yıllarına denk geliyor ve kekeme olan kralın böylesine zor bir dönemde halkına hitap ederken ne tür bir sıkıntı çekeceğini tahmin edersiniz...

Yukarıda görev süresi dedim, belki dikkat çekmiştir. Kral deyince aslında hüküm süresi vs denir ama İngiltere'de durumlar biraz farklı. Ufacık değinelim ona da. İngililtere, futbola kadar herbir şeylerin anavatanı diye geçer. Anavatanı olduğu şeylerden biri de demokrasidir. 1215'te halkların yöneticilere karşı ilk zaferi olan Magna Carta sözleşmesi bu ülkede imzalanmıştır. Bilmeyenler ve hatırlamayanlar için söylemiş olalım, Magna Carta kralın yetkilerini azaltan ilk antlaşmadır.


Böyle bir geleneğe sahip olunca, ister istemez bizden çok daha önce başarmışlardır bazı şeyleri bu İngilizler. Kraliyet mevzusu da bunlardan biri. Bizim 1920'lerde yaşadığımız tramva onlarda yaşanmamıştır. Süreç içinde daha yumuşak adımlarla bu günlere gelinmiştir ve Krallık külliyen ortadan kalkmamıştır. Günümüzde de devam etmektedir zaten. Ama bilindik hüküm gücünden bağımsızdır bu devam eden Krallık anlayışı. Daha çok halkın seçtiklerinin karşısında tüm ülkenin sesi gibi işler Kraliyet çarkı. Bir nevi, tüm ülkeyi kucaklayan renksiz bir parti gibi.

Değinmeden geçmeyelim, her ne kadar gerçek VI. George'nin kekemelik sorunundan bihaber olsak da, II. Dünya Savaşı'nda halkın bütünleşmesine çok katkısı olmuştur bu kralın. Nazi Almanyasının, Kıta Avrupasını istila etmeye kalkması ve biraz da başarılı olması karşısında halkın birarada kalmasının ve direnmesinin simgelerinden biri olmuştur IV. George. Bu yönden saygın kişiliklerdendir kendileri. Belki bunun da biraz etkisi olabilir filmi sevmiş olmamda.

Çok yalın bir anlatıma sahip The King's Speech. Zaten benim sevmemen imkansız gibiydi. Efsane mini dizilerden John Adams'ın yönetmeni Tom Hooper'ın yönetmen koltuğunda olduğunu biliyordum ve kendimden emin başladım izlemeye. Tıpkı John Adams'a hakim olan yöneticilerin de insan olduğu vurgusu, bu filmin de en göze çarpan rengi.

Burada değinmeden geçemeyeceğim. Son yılllarda sinema sektörü geliştikçe hepimiz ''keşke bizim de tarihi filmlerimiz olsa, elin gevuru olmayan tarihlerini allandıra pullandıra anlatıyor bizim şanlı tarihimiz öyle yatıyor kenarda'' demeye başladık. Bu tür yapımlar belki de bu haykırışımıza en güzel cevabı veriyor. Tarihi filmlerin başarısı fetihleri, cengaverlikleri anlatmasından değil de insanların hikayesine odaklanmasıyla mümkün. Bizim yanlışımız burada sanki. Biz hep ''İstanbul'u nasıl da fethettik olummm, Bizans ağladı ağladı beaaa'' tonundan yaklaşıyoruz olaya. The King's Speech gibi, John Adams gibi hem politik hem de tarihi filmlerin temel başarı sebebi insan odaklı olmaları bana göre.


Yönetmen dediğim gibi çok başarılı. Ama filme damgasını vuran kesinlikle Colin Firth. Son zamanlarda izlediğim en güzel performanstı. Özellikle bu yılki izlediklerim arasında açık ara önde. Bu sebeple Oscar'ı almama ihtimali limit sıfır. İzlerken hayran olmamak elde değil. Aslında genel bir oyunculuk şöleni gibi The King's Speech. Geoffrey Rush ve Helena Bonham Carter'ın performansları da çok başarılı. Her ne kadar The Fighter'daki Christian Bale'nin performansını görmeden konuşmak istemesem de, Geoffrey Rush şuan izlediğim filmler arasında açık ara önce yardımcı rolde.

Bir de filmi izlerken Hz. Musa'yı (as) hatırladığımı söylemeliyim. Biliyorsunuz O'nun (as) da konuşma sıkıntısı vardı. Bazı kaynaklarda kekeme diye geçse de genel kanı peltek olduğunu söyler. Buna dayanak olarak da şu bilindik ateş-kor-dil yakma kıssası gösterilir. Sadece konuşma bozukluklarının olması değil, İkisi de başa geçince bu sorundan kurtulmuşlardır. Diğer bazı benzerlikler de var ama spoiler olmasın diye izleyenlere bırakayım onu da.

Ve-l hasıl çok sevdim filmi. Bu senenin en kalitelilerinden biri. Oscar'ı alırsa gam yemem. Gerçi kaybetse de The Social Network alacak gibi, o zaman da gam yemem. İkisi de çok güzel filmler. Bu seneki adaylar sanki geçtiğimiz yıllardan daha mı güçlü ne?

Son olarak filmi çeviren nazo82'ye özel bir teşekkürler. Son zamanlarda bu derece hoşlandığım bir çeviri olmamıştı. Allah eksikliğini göstermesin :)

8 / 10
Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...