21 Ocak 2011 Cuma

The Pillars Of The Earth (2010) - Bir Katedralin Öyküsü


Starz'ın neden ayrı bir yerde olduğunu soranlara artık bir cevabım daha var. Yeni cevabım The Pillars Of The Earth. Çok iddialı gelmesin ya da beklentinizi yükseltmesin bu söz. Zira yapım çok çok çok üst düzey değil. Ya da en azından bir Rome ya da bir Spartacus değil. Zaten bu söz de, Starz'ın her yaptığının efsane olduğu anlamına gelmiyor. Öyle bir iddiam yok yani. Tarihi dizilere verilen önem mi desek, yoksa sırtı tarihi dizilere yaslamak mı desek bilemiyorum ama Starz'a yaptığım vurgunun çıkış noktası bu mihvalde.

Öncelikle dizinin, tuğla kılıklı bir kitaptan uyarlama olduğunu söyliyeyim. The Pillars Of The Earth, Ken Follet'in 1989 yılında yayımladığı aynı isimdeki kitabın televizyona uyarlanması. Bin küsür sayfası olan bu kitap kaç defa övüldü bana, tam olarak hatırlamıyorum bile. Fazla roman okuyan biri olmayan bana bu kadar kalın bir roman o kadar övülünce, haliyle hayatımda yer etmişti The Pillars Of The Earth. Sene başında da mini dizi olarak ekranlara geleceğini duyunca hemen sıraya almıştım ama izlemek şimdiye kadar nasip olmamıştı.

Best-seller olmuş eserlerin kameraya uyarlanması her zaman çok risklidir. İnsanlar okurken beyinlerinin sınırsızlık özelliğinin tüm sermayesini kullanırcasına bambaşka bir evren yaratırlar ve o evrene koyarlar ilgili eseri. Yapımcısı, yönetmeni, senaristi, oyuncusu ne yaparsa yapsın ne kadar uğraşırsa uğraşsın, romanı yine de okuyucunun yerleştirdiği o uçuk evrenden yeryüzüne daha doğrusu kamera karşısına geçiremez. Bu konuyu oldum olası, inançla (sadece dinleri kastetmiyorum) kavga etmeye benzetirim. Sizin için var olmayan bir şeyle kavga etmek... Varlığının farkında olmadığınız bir düşmanla çarpışmak... Zordur vesselam. İşte bu açıdan bakınca, 30'dan fazla dile çevrilip 14 milyondan fazla satmış bir romanın kameraya uyarlanmasının ne kadar zor olduğunu bilerek değerlendiriyorsunuz izlediğiniz şeyi. Dediğim gibi kesinlikle bir Rome ya da Spartacus değil ama ortalamanın bir hayli üstünde.


The Pillars Of The Earth'ın beni asıl vuran yanı, işlediği konudan ziyade 12. yüzyıl İngiltere'sini anlatması oldu. Bilindiği üzere Ada'nın en kötü zamanlarıydı bu dönem. Taht kavgaları, yoksulluk ve cahillikle birleşince muazzam bir kaos hüküm sürmüştü uzun süre. Avrupa tarihi bir şey öğretti bendenize; kaotik ve katolik kelime yapısı olarak ne kadar uyumluysalar, sebep-sonuç olarak da o kadar uyumlular. Yüzyıllar süren savaşların neredeyse tek sorumlusu hep Kilise olarak gözüküyor. Tabii ki Hristiyanlık'tan değil, güçle gözü dönen din adamlarının devlet adamlarının bile sahip olamadığı kıvraklıklarından bahsediyorum. İşte bu yapımda bunu allandıra ballandıra yansıtmışlar. Ama bazen kantarın topuzu kaçıyor ve din adamları yerine dine gelebiliyor o kroşeler. Hristiyanlığı korumak bana kalmadı elbet. Ama sinemanın dili son zamanlarda hiç olmadığı kadar din karşıtlığı barındırıyor. Biraz daha dikkatli olunsa, insanlar kardeş olsa, hayat bayram olsa filan falan...

Yönetmen koltuğunda benim takipte olduğum bir isim var; Sergio Mimica-Gezzan. Takip eden zaten biliyordur, bu abimiz yardımcı yönetmenliğin efsane ismidir. Yani muazzam şekilde tecrübeye sahiptir. Ama nedense bir türlü film işine girmiyor. Hep böyle dizi veya mini-dizilerle eğleniyor son zamanlarda. Yaptıkları gayet güzel ama bir sinemasever olarak ''filmlerin yeri her zaman ayrıdır'' diyor ve kendi başına bırakıyorum Sergio'yu.

Her yapımın bazı karakteristik özellikleri olmalı. Bu gibi tarihi yapımların olmazsa olmazları müzikleri ve tarihi dekorlarıdır benim açımdan. Müzikler bir hayli güzel, dekor ondan da güzel. Kesinlikle kendinizi 21. yüzyıldan kopmuş hissediyorsunuz. Bunun yanında oyunculuklar da gayet güzel. Ama makyajlar çok başarısız. Yani nasıl olur da böyle bir yapımda, bu gibi bir eksiklik barınır insan hayret ediyor. Okyanusu geçip derede boğulmak gibi. ''Bütçede sorun yaşadık'' diyemezler, 40 milyon dolar bütçeleri var. Neyse fazla vurmayalım ama makyaj olayı cidden konsantrasyon bozuyor.

Övdük övdük sonda vurduk gibi oldu ama izleyin diyerek toparlayalım onu da. Zaten 8 bölüm hepsi. Tarihi yapımlardan hoşlanıp, insanların güç karşısında ne kadar aciz olduklarını bir defa daha seyretmek isterseniz bu yapımı kaçırmayın. Üzerinizde etkisi olacaksa 3 adet de Golden Globe adaylığı var.
Devamını Oku

20 Ocak 2011 Perşembe

Blog Üzerine Röportaj

Bi Düşün'ün röportaj çalışmasına dahil olmuşum. Belki ''blogunu okuyoruz ama seni tanımıyoruz, ne yapsak ki'' diyenler vardır diyerek burdan da yayınlamak istedim. Okumak isteyenlere gelsin...


Öncelikle röportaj için teşekkür ederim :) Umarım sıkılmadan cevaplarsınız.
Ne demek, ben teşekkür ederim. Biraz heyecanlıyım, sıkılsam da fark edeceğimi sanmıyorum :)

Biraz kendinizden bahseder misiniz?
Ilık bir bahar gününde, gece 2 civarında doğmuşum. Onun için midir bilmem ılık geceleri çok severim. Erken ayağa kalkmışım ama konuşmam biraz gecikmiş. Sanırım o sebeple konuşma olayını abartıyorum son 10-15 yıldır :)
Aslında insanın kendinden bahsetmesi gerçekten çok zor. Özellikle kendimi de dâhil ettiğim, hayat hakkında söyleyeceği olan kimseler için normalden çok daha zor. İnandığınız şekilde kendinizi anlatsanız ukala, inandığınız gibi anlatmasanız -alçakgönüllülük olsa bile- samimiyetsiz oluyorsunuz. İşte böyle gel-gitleri olan biriyim. Diğer insanlarca belli kalıplara sığdırılmış hiçbir tanımlamayı öyle kolay kolay kabul etmeyen, hayat hakkındaki her şeye kendince ilgi duyduğunu sanan ve bazen kendini uçuk vaziyette bilge bazen de sonsuz küçüklükte cahil hissedenim. Konuşmayı her zaman çok sevmişimdir. Yazıyla çok daha sonraları tanıştım ama en az konuşma kadar sevdim onu da. Bilinen en yalın bilgileri en azından şöyle hafif silkelemenin bile, insana çok şeyler kattığına bizzat şahidim. Bu sebeple olsa gerek ezbercilikten olabildiğince nefret etmeyi şiar edinmiş bir kişiliğe sahibim diyebilirim.

Bilgisayar ile nasıl tanıştınız? Kaç yaşındaydınız?
Bilgisayarların yaygınlaşmaya başladığı dönemde ortaokuldaydım. Yatmak ve kalkmak dışında evle ilgim son derece azdı. Sokakların boşalmasını ve bunun baş sorumlusunun bilgisayar denen icat olduğunu farketmem uzun zaman almadı. Okuldan çıkışta yolun ortasında oynadığımız maçların yerini Need For Speed ve Half-Life gibi kelimeler alınca artık dayanamadım ve evdekilere yoğun baskılarım sonucunda bir pc aldırdım. İlk gün bu iki oyuna biraz bakındım. Bakınmamla yakın çevremden soğumam bir oldu. Zira hiç sevmemiştim. Çamurlu futbol topunun arkasından koşmayı böyle bir şeye tercih etmenin mantıksızlığını düşünürken yakın bir arkadaşım Fifa oyunlarından verdi. Bir süre sonra fark ettim ki o mantıksızlık çemberi içerisinde 2-3 ay geçirmişim. O zaman bir defa daha anladım ki her şey zehirmiş, önemli olan dozu kaçırmamakmış. Bu fark edişten sonra uzunca süre bir daha pcye oturmadım. Sonraları şöyle vakit geçirmek için oturduğumda da ana kartının yandığını öğrendim ve ilk bilgisayarımla yolum böylece ayrıldı. Sonra filmlere merak saldım ve ufak yaşta çalışmanın getirisi olarak biriktirdiğim parayla o zamanın en iyi bilgisayarlarından aldım, sırf film izlemek için. Aslında ilk tanışma olarak bu bilgisayarı kabul ediyorum zira ilkiyle sadece oyun oynamıştım.

İnternet hayatınız hangi proje ile başladı?
İnternet hayatım 2. bilgisayarımı aldığımda, artık sadece bilgisayarın yetmemesini fark edip pahalı da olsa 146’lardan nete girmemle başladı. Çevremde bu şekilde girip 500-600 hatta 1 milyara yakın (o zamanın şartlarında asgari maaş 175-180 milyon civarındaydı) telefon faturası ödeyen yakınlarım vardı ama bu bile engelleyemedi, internetle tanışmamı. Kafelere gidip sigara kokusuna tahammül etmektense yüklü faturaları ödemek daha makul gelmişti o dönem. Tabii benim faturalar o kadar abartılı gelmedi. En fazla 56 milyon gelmişti. O da Bugünün parasıyla olsun olsun 85-90 TL olur anca.
Proje açısından biraz pasiftim. Çok aktif bir internet kullanıcısı olmama rağmen ilk proje bu blog sanırım. Sanki önceden de bir şeyler yapmıştım ama şimdi net olarak hatırlamıyorum nedense :)

mehmetbuluts adlı blogunuzun adı nereden geliyor?
Blogu açış amacım özel değildi. Yani spesifik bir konu yoktu kafamda. Onun için ismimi kullandım. Mehmetbulut’u da güzel(!) bir kardeşimiz kapmış sanırım onun için sonuna da bir ’-s’ ekleyiverdim, iyelik eki babında. Şimdi güzel isimler var aklımda ama tüm blogu nasıl taşırım düşüncesi, bu isteğimi pasifize etmiş durumda.

Blogunuzu ilk açış amacınız neydi?
Aslında uzun zamandır arkadaşlarım ’’blog açsana, açsana açsana’’ diyorlardı. Tembel birisi olduğumdan devamlı erteliyordum. Bir bayram gecesi bayağı bir hasta halde yatarken ’’hem zaman da geçer’’ diye uzun zamandır aklımda olan blog düşüncesini hayata geçirdim. İlk açış amacım can sıkıntısı diyebiliriz bu durumda. Tabii sinemanın hayata dair anımsattıklarını, diğer insanlarla paylaşma düşüncesidir, blog fikrini asıl olgunlaştıran.

Bir gün çok ünlü oldunuz ve blogunuzu satın almak istediler. Kabul eder misiniz? Ne kadara?
Ünlü olmaya karşı şiddetli bir önyargım var. Hadi bilinçaltımla cevaplıyım; korkuyorum. Onun için sanmıyorum bir gün ünlü olacağımı. Blog konusunda ise anlaşırız diyorum :) Eğitimimi karşılayacak bir tutar işimi görecektir. Çok fazla zorluk çıkartacağımı sanmıyorum :D

Şu an için sizce yeterli okuyucuya sahip misiniz?
Bu konuda biraz ’belirsizim’. Yeteri okuyucu sayısı hakkında bir sınırım oluşmadı henüz. Diğer bloglarla karşılaştırınca sanki biraz iyi başladık gibi geliyor. İlk ay sonunda günlük kemikleşmiş 50 okuyucum vardı. Diğer bloglara baktığımda günlük 50 okuyucu ilk ay için gayet yeterli gibi gözüküyordu. Şuan 3 ay oldu blogu açalı ve tekil hitim toplamda 10 bin civarında. Alexa’da da işler iyi gidiyor gibi. Bunlar sayısal görüşler. Aslında bu sayıların insanlarda neleri simgelediği önemli. İlk başta çok önem veriyordum ziyaretçi sayılarına ama şimdilerde o kadar da takmıyorum sanırım. İlk günleri hatırlıyorum da 40 tekil kişi geldiğinde seviniyorken, şimdilerde 200 kişi ortalaması o kadar da heyecanlandırmıyor. Sanırım ’’ben yazayım da okuyan okur’’ mantığına geçtim. Tabii Allah eksikliklerini göstermesin, onlarsız olmaz :)

Blog muhabbeti bu kadar yeter. Hayallerinizden Bahseder misiniz?
En büyük hayalim/isteğim, müstear kitaplar/yazılar yazmak. Bundan 5 yıl sonra kendi ismimi kullanmadan ağzıma geleni sansürsüzce yazmayı planlıyorum. Zira isimlerin algıları sansürlediğini düşünüyorum. İsminizin ne olduğu önemli değil, bir isiminizin olması yetiyor algının körelmesi için. Sanırım bu sebeple en büyük hayalim ’müstear yaşamak’.
Bir de Amerika batsın :)

Hayatınızda “işte şimdi yerin dibine girdim” dediğiniz an oldu mu? Nasıl?
İnsanların ne düşündüklerini genelde pek önemsemem. Çünkü herkesten daha çok kendim yargılarım kendimi. Yaptığım en ufak hata, benlik mahkememden müebbet ceza almamı sağlayabilir kolaylıkla. Sonradan hükmü veren kendimle bir şekilde anlaşırım ama o süreçte bir hayli yerin dibine geçerim.

En sevdiğiniz 3 yiyecek? (Ben yaprak sarmaya bayılırım da) :D
Oldum olası ev yemekleriyle aram olmamıştır. Abur cuburlar ve hazır yemekleri daha çok severim. İlla da yemek dersek sarma konusunda ortağız. İnce ve fazla sıkı sarılmamış yaprak sarma gibisi yoktur. Bunun yanında pilav üstü döner ve evde yapılmamış özel soslu makarnayı sayabilirim. Makarnayı merak eden olursa ulaşsın, çok güzel yapan bir yer biliyorum :)

Hayatınızda değer verdiğiniz eşya?
Eşyalara önem atfeden bir yapım yok. Yani özel eşyalarım yoktur. Okumamama rağmen kitapları çok severim, ama özel bir kitap olması gerekmez. Bilgisayarımı çok severim ama daha modifiye bir sistem alabiliyorsam anında değiştiririm. Elbise konusunda biraz daha tutucuyum ama. Bazı elbiselerimi çok severim ve sonuna kadar zorla kullanmaya çabalarım, ayakkabılarım gibi. Değiştirmek her zaman zor gelmiştir elbiselerimi ve ayakkabılarımı.

Sosyal medyayı yararlı buluyor musunuz?
Hem de nasıl. Bence normal medyaya bile baskın geliyor artık. Ama sanallığı bu kadar abartmasak iyi olacak gibi geliyor. Kitapla kurulan tensel yakınlık, gazetenin sayfalarını düzgün çevirmek için harcanan efor gibi tatlı bir şey yok bana kalırsa. Bunları köreltmeden ne yapıyorsak yapalım :)

Üzücü bir haber. Röportaj burada biter. Son sözlerinizi alalım?
Gerçekten zevk aldım. Röportaj projesi çok güzel olmuş, elinize emeğinize sağlık.

Blogunuzun adresini tekrar alalım?
http://mehmetbuluts.blogspot.com

Bana zaman ayırdığınız için teşekkür ederim :) Hoşçakalın…
Bi-l mukabele, ben teşekkür ederim. Başarılar…
Devamını Oku

19 Ocak 2011 Çarşamba

Tunus Olayları Nedir, Ne Değildir?


Son haftalarda çokça karışmış bir Tunus var. Nedense pek ilgi görmedi Türkiye'de. Küçümsemek desem değil, ilgisizlik desem değil. Daha çok bilgisizliğin bir sonucu bu değinmemezlik. Bu bilgisizliğe bizzat şahid oldum. Daha Tunus'un nerde olduğunu bilmeyen insanlar var bu ülkede. Ortadoğu'yla yakından ilgilenen biri olarak, yakın çevrem için ve herkese tek tek anlatacağıma burdan bir yazı yayınlamayı daha uygun buldum. Hem bu genel değinmemezlikten de kendimi soyutlamış olurum :)

Tunus olayını farklı açılardan değerlendirmek lazım. Afrika konteksine de oturtabiliriz, Büyük Ortadoğu dediğimiz kontekse de oturtabiliriz. Aslında sosyal bilimcilerin de siyasal bilimcilerin de tartışması gereken birçok nokta var son dalgalanmalarda. Bir yandan sosyal medyanın gücü ispatlandı, bir yandan da Wikileaks'in aslında ne kadar önemli olduğu tescillendi. Bilmeyenler için hatırlatalım, ülkenin Lady'sinin hakkında birçok söylenti vardı Wikileaks'te. Olayın önemini hafiften kavrayanlar durumu bunlarla açıklamaya çalışıyorlar, sebeplerine girişmeden. Tunus'ta bir orta sınıf hareketi var; hayatından memnun olmayan ve işsiz üniversite mezunları. Bu grubun bir hareketi olarak görmek daha mantıklı geliyor bana. Tıpkı Irak'taki gibi bir klanın veya birkaç klanın devlet başkanının yanında kümelenmiş olması ve bunların ülke ekenomisinin en az yüzde 55-60'sını kontrol etmesi durumu var. Sömürge sonrası otoritel yönetime geçmiş, demokrasiye geçememiş ve askeri rejimlerce idare edilmiş bir ülke var önümüzde. Gördüğünüz gibi değerlendirmek için birçok açı mevcut.


Tabii burdaki kritik eşik, ordunun diktatörü desteklememesi oldu aslında. Ordu zaten hep kritik eşiktir bu durumlarda. Bundan önce aynı durum Irak'ta da oldu. Belki sıradan halkın nabzını daha iyi tuttuğu için, o patlama noktalarını görebildiği için rejime bağlı polis direnirken, ordu halka silah doğrultmadı. Şimdi Irak deyince İran da geldi aklıma. İran'da da aynısı oldu. Orda da Şah son kozlarını oynarken ordu kışlasına çekilip halka silah doğrultmam dedi. Haliyle olaylar bu hale gelince diktatörlerin yapacakları bir şey kalmıyor, kaçmaktan başka. Lakin Tunus'ta farklı bir durum oldu ve Zeynel Abidin Bin Ali'yi hapsetmediler. Aksine hangi ülkeye gitmek istiyorsan buyur git dediler. Dediğim gibi ordu kritik nokta. Şuanda bu yaşananlara devrim demek için erken. Hele olmayan bu devrime çeşit çeşit farklı anlamlara gelebilecek isimler takmak için hepten erken. Şimdilik, ne olacağını en usta stratejistler bile tahmin edemez. Şuanki devlet başkanı olarak seçilen kişi, indirilen Zeynel Abidin Bin Ali'nin gözde bakanlarından biri. Varın siz düşünün şuana kadarki sokak eylemlerinin ne işe yaradığını!

Olaya komplosal yaklaşmazsak olmaz, onu da es geçmeyelim. Enver Sedat öldürümeden önce İngilizler biliyordu bunun olacağını. Hatta söylüyorlar ilgili mercilere ama inandıramıyorlar bir türlü. Ortadoğu'da batılılar bu durumlardan önce, ne olacağını genelde biliyor. Bir adam kendini yaktı her şey öyle oldu demek, basite kaçmak olur. Bu tıpkı 1. Dünya Savaşı'nın başlamasını, Avusturya-Macaristan veliahtının sırp bir öğrenci tarafından öldürülmesine bağlamak gibi. Bu gibi münferit olayların dip dalgalara dönüşme süreci, mekanizmaları ve dinamikleri kendi içinde çalışan ülkelerde gerçekleşebilir. Ama diktatörlükle yönetilen bu tür ülkelerde imkansıza yakındır.

Bunu dedikten sonra şunu da söylemek lazım; Ortadoğu bölgesinin zemininde tabii ki bir değişim var. Soğuk savaş döneminde ABD ile Rusya'nın rekabeti sonucunda burda kıpırdamak çok kolay değildi. O diktatörler ya ABD'nin ya da Rusya'nın işine yarıyordu. Ama soğuk savaştan sonra bölge çözülmeye başladı. Özellikle de kitlesel anlamda. Önü alınamayan bir nüfus patlaması var. Nüfusları 5-10 milyon olan ülkeler, bugün 20-30 milyona ulaştı. 70-80 milyonluk Mısır'ı, İran'ı, Türkiye'si... Bu bir anda peydah olmuş aşırı nüfusa iş bulanamadı. Ekonomi o derece verimlilik kazanamadı. Şehirlerin kıyılarına gelip yığılmış işsiz-güçşüz-hedefsiz insanlar ortaya çıktı böylelikle.

Mısır'a gidin, bir diktatörlük olmasına rağmen her çatıda çanak anten görürsünüz. Biz Türklerin izlediği ne kadar kanal varsa hepsini izliyorlar. Pan-Arap bir medya var; El-Cezire'sinden, bölgeye kültürel yakınlığı olmayan her türlü film gösteren kanallara kadar. Biz ne izliyorsak onlar da Arapça izliyor. Bu insanlar sanılan kadar aptal değil. Başlarında diktatör var ama akşam başını çevirdiğinde, İstanbul boğazının kenarında yalıda oturan bir adamın hayatını görüyor. Üstelik Türkiye normalinin çok üstünde hayat bunlar. O hayatını izlediği adamın karısına hitabından tutun Türkiye'nin arabalarına kadar, Türkiye'de tüketilen ürünlerle uzaktan olmak kaydıyla yakın bir ilişki kuruluyor. Oralara giderseniz göreceksiniz ki, bizim ürünlerimize bizden daha aşinalar. En çok izledikleri kesinlikle reklamlar. Ülkenizle gurur duymalısınız diyen insanlar bunlar. Bizim için basit olan şeyler onlar için çok önemli.

İşte bu durum, düz mantığa uymayan bir biçimde demokrasiyi zorluyor. Ve bir patlama anı geldiğinde tepkiye müsait bir ortam oluşturuyor. Bunu gören bazı ülkelerde düzelme de yok değil, mesela Suriye. Ayrı bir parantezi de hakediyor aslında Suriye. Türkiye heyetiyle toplanılan bir ortamda akıllı(!) bir gazetecimiz Beşşar Esad'a sormuştu ''bu diktatörlüğü ne zaman bitireceksiniz'' diye. En hoşgörülü insana sorsanız, anında kaplan kesilir. Çünkü alenen diktatör diyorsunuz bir diktatöre! Ama Beşşar Esad hiç beklemediğim biçimde ''her şeyin bir zamanı var, biz de farkındayız olması gerekenlerin ama her şeyin bir zamanı var'' demişti. Tunus'ta ise 23 yıllık bir diktadan bahsediyoruz. Suriye'den çok ters bir durum, dahası yozlaşma vardı Tunus'ta. Siyasi karakteri çok zayıftı indirilen bin Ali'nin. Tek özelliği, ''benim olsun hep benim olsun''du. Bir kadın faktörü var ki, tüm ülkeyi yakınlarına dağıtmış. Beşşar Esad ise tamamen farklı bir durumda. Babası bir diktatördü ve kendisini hiç veliaht olarak görmüyordu en baştan beri. En büyük oğlu öldü, diğerine de bir şeyler oldu! Londra'da diş doktorluğu okuyan, liberal görüşlü bir adamdı Esad. Asla devlet başkanı olmayı düşünmeyen biriydi. Laskiye ile ilgili dönen dedikoduları düşününce, Beşşar Esad gerçekten büyük bir şans Suriye için.


Tunus'a dönecek olursak, batılılar gibi yaklaşma taraftarı değilim ama o bakıştan bakmadan da olmaz. Yıkılmaya hazır bir yapı var karşınızda. Ne yaparsınız bu durumda? Tabii ki kontrollü patlatmaya girişirsiniz. Bu olanlar bu dediğimle neredeyse birebir örtüşüyor. Bugüne kadar askeri müdahaleleri son çare olarak görmemeyi şiar edinmiş ABD, bu ayakta zor duran yapıyı ufak ufak patlamalarla dizleri üzerine çökertip, yıllarca bir türlü başaramadığı BOP'u hayata geçirmek istiyor olabilir. Ortadoğu'nun genel yapısını da düşününce bu ufak patlamalar, asla ufak patlamalar olarak kalmayacaktır. Kalmadı da zaten. Tunus'taki kendini yakan çiçekçiden sonra diğer neredeyse tüm Arap ülkelerinde aynı olaylar yaşandı. Mısır'da, Cezayir'de, Yemen ve Fas'ta kendini yakan en az 15 kişi var. Hatta bırakın bu ülkeleri, Ortadoğunun en sağlam ülkesi gözüken Suudi Arabistan'da bile muhalif sesler Tunus'u örnek aldıklarını açıkça söylediler.

Şimdi bütün bunlardan sonra durumu toparlamak gerekirse, heyecana mahal yok diyorum ben. Zalimin tabii ki karşısındayız, bir vatanı babasının arazisi gibi görenlerin tabii karşısındayız ama bu işlerin nerelere gideceğini hiçbirimiz şuan için kestiremeyiz. Ortadoğu'nun şekil değiştirmesinden en çok kimler kazanç sağlar bunları her şeyin önüne koyup düşünmeliyiz. Bu sebeple oldu da bitti havalarına girmek yanlış olur. Biraz uzun sürse de netice alınamayan sokak gösterilerine asla devrim denemez. Yukarda da anlattığım gibi bu işten çıkarı olanların da desteğiyle geniş bir halk kesimi Yasemin Devrimi bile dedi bu olaylara. Burdan avuçlarını iştahla sıvazlayan o BOP'çu ABD'ye tek lafım var; Bir çiçekle bahar olmaz!
Devamını Oku

18 Ocak 2011 Salı

Aranan Spartacus Bulundu


İzlememekte uzun süre inat ettiğim Spartacus: Blood and Sand'ı geçenlerde izledim ve ogünden beri yeni sezonu bekliyorum. Bekletme sebebim başroldeki abinin kanser olması sebebiyle kadrodan çıkması ve ne olacağının hala belli olmamasıydı. Bazı haberler dizinin biteceği bazı haberler başka birinin geleceği yönündeydi. İptal konusu her ne kadar imkan dahilinde gözükmede de, oyuncu değişimi yeteri kadar soğutmuştu diziden. Zira oyuncu değişimlerine hiç gelemiyorum. Tüm konsantrasyon bir anda kayboluyor.

Diziyi izledikten sonra bu duygum daha da depreşti. Andy Whitfield mükemmel bir seçim olmuş dizinin başında. Karizmadan tutun ses tonuna kadar her şeyi cuk oturmuş role. Tabii oyunculuğu da gayet iyiydi. Ama kader işte...


Ve sonunda Spartacus rolü için hiçbir yapımda denk gelmediğim Liam McIntyre uygun görülmüş yapımcılarca. Kısa filmlerde yer bulmuş bu zamana kadar. Tek büyük işi ise geçen senenin ses getiren mini dizisi Pasific. Onda da zaten tek bölüm oynayabilmiş. Diyeceğim oyunculuğu konusunda kimsenin pek bir bilgisi yok. Fotoğraflardan anlaşıldığı kadarıyla Andy'e fiziki olarak benzerliği rolü kapmasında bir hayli etkili olmuş. Bunu çamur atmak için söylemiyorum :) Yapımcılar akıllılık etmiş. En iyi oyuncuyu bulup seçseler, izleyicinin büyük kısmına yine de beğendiremeyeceklerdi. Bırakın en iyi oyuncuyu, gerçek Spartacus gelse yine de tam olarak beğenilmeyecekti. Bunun yerine en kestirmeden gitmişler ve fiziki olarak benzeyen birini bulmuşlar. Kaldı ki kim gelirse gelsin bu dizi izlenir.

Bu arada 21 Ocak'ta Spartacus: Gods of the Arena başlıyor. Spartacus'un ilk sezonunun öncesini anlatacak, bu 6 bölümlük yapım. Spartacus'un ikinci sezonu ise seneye başlıyor.

Kaynak
Devamını Oku

17 Ocak 2011 Pazartesi

68. Altın Küre Bitti - İşte Ödüller


Evet arkadaşlar komik(!) bir gece daha geldi geçti. Dün demiştim lobisi olan kazanır diye. Lobiden mi bilmiyorum, yine hakeden kazanmadı. Bu ağzı da hiç sevmem ama içimden geliyor, karşı koyamıyorum. Hadi iki üç kişi yanılır da koca bir sinema sektörü nasıl yanılır anlaması çok güç. Inception gibi bir film nasıl olur da eli boş döner bu gibi bir ödül töreninden, aklım almıyor. Bir insan daha ne yapabilir ki ödül almak için? Haketmek için demiyorum zira sonuna kadar haketti Christopher Nolan. Lakin gelin görün ki yine yanıltmadılar ve yine vermediler Nolan'a. Adam bu gidişle iyice varoşların yönetmeni olacak demedi demeyin.


İşin kötüsü de Nolan'a vermeyip David Ficher'e verdiler ödülü. İnsan iki arada bir derede kalıyor. David Ficher'i çok severiz sayarız. Aslında bundan önceki Nolan'ımız da oydu bir bakıma. Hakettiği tüm filmler görünmezden gelindi. Se7en ve The Curious Case of Benjamin Button gibi yapımlarla alamadığı, bırakın bu ikisini Fight Club'la alamadığı ödülü The Social Network'la hem de Inception gibi bir şahasere rağmen aldı. İnsan garip duygular besliyor. Ödül törenini izleme nedenim sadece, ''ben daaaaa napimmm!?'' düşüncesinin Christopher Nolan'ın yüzünde nasıl duracağını merak etmemdi. Ben bile yerimde duramadım açıklandığında, adam gayet sakin göründü. Bence o yazıp yönettiği mükemmel filmlere başrol için aktör arayışlarına son versin. Kendisi son derece başarılı olacağını kanıtladı benim gözümde, törendeki sakin tipleme performansıyla.

Bu tepkim sadece En İyi Yönetmen dalındaki garipliğe değil bu arada. Inception'dur asıl derdim. Böyle bir filmin 4 adaylıktan eli boş dönmesi açıklanabilir bir şey değil. Hadi En İyi Yönetmeni vermediniz onu anladık diyelim. Hadi En İyi Film ödülünü de zaten bilim-kurgulara vermiyorsunuz diye görmezden geleyim. Ya güzel abilerim derdiniz ne sizin, En İyi Senaryo'yu nasıl vermezsiniz? Resmen resmi bir şaka olmalı bu. Yarın veya öbürsü gün çıkıp ''ehu ehu ehu nasıl da kandırdık sizi'' demelerini bekliyordum gerçekten. Gözümden kaçarsa bu durum haber ediniz lütfen. Tabii Hanz Zimmer'e yapılan haksızlığa girmeyi bile absürd görüyorum. Adam bir soundtrack yaptı, kullanmayı dövüyorlar.


Gelelim Inception kuyruk acımdan diğer konulara. Töreni sunan Ricky Gervais'i sevdim mi sevmedim mi kararsızım. Birileri törenden önce doldurmuş sanırım Ricky'i. O birileri Ricky'nin eline bazı isimleri tutuşturmuş ve ''töreni de sun ama asıl olayın bunlara giydirmek olsun'' demiş. İşi gücü alaydı adamın. Tamam güleceğiz eğleneceğiz de bu kadarı fazla bea abi. Sayabildiğin en az 8-9 kişiye sağlam sağlam bindirdi. Charlie Sheen'e demediğini bırakmamasını mı istersin, The Tourist özelinde Angelina'yla Jonny'e bindirmelerini mi istersin, John Travolta ve Tom Cruise'a gay demesini mi istersin... Bu bindirmelerden biri bizim ülkede olsa cinayet sebebi. Amerikan halkının bu genişliği öldürecek birgün beni.

Hiç sevinmedik de değil tabii. En İyi Erkek Oyuncu - Dizi (Komedi/Müzikal) ödülünü The Big Bang Theory dizisindeki Sheldon Cooper rolüyle kanının son damlasına kadar hakeden Jim Parsons aldı. Ödülü sunanlar ayrı ödülü alan ayrı sevindirdi. White Collar'ın bay karizmasıyla, The Big Bang Theory'nin bir diğer temel taşı Kaley Cuoco (Penny) sundu ödülü. Ve Penny'nin sevinci bile yeterdi. İlk düşündüğüm şey, dizinin başarısının bu bağdan kaynaklandığıydı. Jim Parson'un önü çok açık bu arada. Onu da söylemiş olalım.

Carlos yapımının başrolünün çok heyecan yapması dikkatimi çeken bir başka noktaydı. Adam yerinde duramadı sahnede. Bu abiler ablalar oyuncu olmalarına rağmen bu hale geliyorlarsa o sahnede, bizler ne yaparız diye düşünüyorum her defasında. Gerçekten kalpten gidecek sandım Carlos'u oynayan oyuncunun. Kazasız belasız sonuçlandı Allah'tan.


Benim için yeri ayrı olan bir yapım var; John Adams. Nerden çıktı demeyin, bağlayacağım :) Bu yapımda başrolleri paylaşan  Laura Linney ve Paul Giamatti geceden zaferle çıkan isimlerdendi. İkisi de dallarındaki En İyi Oyuncu ödülünü aldılar. Barney's Version filmini izlemedim onun için kesin bir şey diyemeyeceğim. Gerçi Paul Giamatti ne zaman vasat performans sergilemiş ki? Yine döktürmüştür ama Laura Linney'e ayrı övgümü yapmadan bu başlığı kapatmam, onu da söylemiş olayım:) Yok böyle bir kadın. O nasıl bir performanstı abla. The Big C'den bahsediyorum. Hala izlemeyenler varsa lütfen en yakın zamanda diziye baksınlar. Gerçekten senenin belki de en iyisiydi. En ufak bir şüphem bile yoktu kazanacağından ve nitekim kazandı da Laura Linney. Helal olsun ablama :) Ama ödül töreninde yoktu kendileri. Böyle 2-3 kişi yoktu nedense. Leonardo DiCaprio mesela. Gerçi onun yerinde olsam Ben de gelmezdim. Zira Inception'ın ödülsüz dönmesini herkes Nolan gibi hazmedemez.

Ve gecenin ustalara saygı köşesi. Robert De Niro, Al Pacino ve Michale Douglas'a ayrı ayrı saygı geçidi vardı törende. Ama kim ne derse desin, Robert De Niro'nun yeri ayrı. Zaten akışlardan, ayakta kalış sürelerinden vs belli etti bu durum kendisini. Allah kendisine zeval vermesin, daha çok film çeksin biz de izleyelim inşAllah. Böyle oyuncular gelmiyor kolay kolay.

Evet lafı kısa keselim. Buyrun, işte ödül kazanlar;

Film
En İyi Film (Drama): The Social Network (2010)
En İyi Erkek Oyuncu (Drama): Colin Firth - The King's Speech (2010)
En İyi Kadın Oyuncu (Drama): Natalie Portman - Black Swan (2010)
En İyi Film (Komedi/Müzikal): The Kids Are All Right (2010)
En İyi Kadın Oyuncu (Komedi/Müzikal): Annette Bening - The Kids Are All Right (2010)
En İyi Erkek oyuncu (Komedi/Müzikal): Paul Giamatti - Barney's Version (2010)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christian Bale - The Fighter (2010)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Melissa Leo - The Fighter (2010)
En İyi Yönetmen: David Fincher - The Social Network (2010)
En İyi Senaryo: Aaron Sorkin - The Social Network (2010)
En İyi Yabancı film: In A Better World - Denmark
En İyi Animasyon: Toy Story 3
En İyi Müzik: Trent Reznor, Atticus Ross - The Social Network
En İyi Şarkı: Diane Warren "You Haven't Seen The Last of Me" - Burlesque (2010)

TV
En İyi Dizi (Drama): Boardwalk Empire (2009)
En İyi Erkek Oyuncu - Dizi (Drama): Steve Buscemi - Boardwalk Empire (2009)
En İyi Kadın Oyuncu - Dizi (Drama): Katey Sagal - Sons of Anarchy (2008)
En İyi Dizi (Komedi/Müzikal): Glee (2009)
En İyi Erkek Oyuncu - Dizi (Komedi/Müzikal): Jim Parsons - The Big Bang Theory (2007)
En İyi Kadın Oyuncu - Dizi (Komedi/Müzikal): Laura Linney - The Big C (2010)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu - Dizi: Chris Colfer - Glee (2009)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu - Dizi: Jane Lynch - Glee (2009)
En İyi Mini Dizi: Carlos (2010)
En İyi Erkek Oyuncu (Mini Dizi): Al Pacino - You Don't Know Jack (2010)
En İyi Kadın Oyuncu (Mini Dizi): Claire Danes - Temple Grandin (2010)
Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...