31 Aralık 2010 Cuma

Mutlu Yıllar...


1995 yılına girişimiz dün gibi geliyor. 15 yıl bu kadar kısa geliyor olamaz, olmamalı. Bazen aklımın ''zaman yok aslında broo, yeme bunları'' repliklerine kalbimle de destek veriyor buluyorum kendimi, bu gibi hisler vuku bulduğunda. Lakin yıllar geçiyor biz istemesek de.

Bazıları yılbaşlarına radikal biçimde karşılar. Ne için karşı oldukları kendi aralarında çeşitleniyor ama insanın kendine çeki düzen vermesi açısından çok önemli bana kalırsa. Özellikle de bu çapta küresel bir olay olması, daha da önemli hale getiriyor. Geride bıraktığın herhangi bir zaman dilimi hakkında düşündüren başka kaç tane bu kadar etkili olay var ki?

Bakın mesela ben, 2010 yılında 2010 yapımlı 51 tane film izlemişim. En basitinden seneye için bir hedef oluşmuş durumda. Normal şartlarda 2011 yılında 2011 yapımlı izleyeceğim film sayısının 51'i bulması gerektiğini düşünüyorum. Yılbaşlarına bu açıdan bakarsak çok daha verimli olacaktır, külliyen dışlamak yerine.

2010'daki yaşadığımız üzüntülerin 2010'a özel kalmasını, 2010'da yaşadığımız sevinçlerin zamanlarüstü olmasını dilerim. Başta ülkemiz olmak üzere tüm dünyanın, refah tanımına tam anlamıyla vakıf olmasını sağlayacak yılların ilki olsun inşAllah 2011. Tabii klasiktir ama her klasik gibi vazgeçilmezdir sağlık temennisi. Sağlık olmadıktan sonra gerisi boş. Sağlık olsun başka şey olmasın, o derece. Bir de Amerika artık batsın :)

Herkesin yeni yılı hayırlı olsun. MUTLU YILLAR!!!
Devamını Oku

30 Aralık 2010 Perşembe

Hereafter - Clint Eastwood'un Fantazisi


Az önce bir forumda filmin fragmanındaki müziğin ne olduğunun sorulduğunu gördüm. Cevap verirken fark ettim ki, uzun zamandır beklediğim bu filmi bloga postlamamışım. Tabii 2-3 fragman loopundan sonra tutamadım kendimi ve iki üç şey söyleyeyim istedim.

Clint Eastwood'u tanımayan yoktur herhalde. Bana göre gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerden biri. Oyunculuğu da efsanedir ama -benim açımdan- yönetmenliği 3-4 adım önde. Bugüne kadar hep bir gerçekçiliktir tutturmuş gidiyordu bu Clint abim. İyi de yapıyordu. Zira etraf fanteziden, bilim-kurgudan geçilmiyor. Ayakları toprağa basan film yapan diğerleri de sanat filmi yapacağım diye kastıkça kasıyorlar. Hal böyle olunca Clint Eastwood'un filmleri daha bir önem kazanıyor gözümde. İşte bu gerçekçilikten ilk defa uzaklaştığını göreceğiz bu filmle, usta yönetmenin. İsmi yeter bir kere; HereAFTER!

Clint Eastwood filmlerinde hiç merak etmediğim bir yön vardır, diğer filmlerin aksine. Oyuncu kadrosu gram önemli değildir. Zayıf olsa da fark etmez demek istemiyorum tabii. O kadar güvenirim zayıf cast toplamayacağına. Bu filmde de bir kere Matt Damon var, gerisi çok da önemli değil gibi. Ama hepsinin üstün performans sergileyeceğinden eminim.

Matt Damon'a ayrıca bir şeyler söylemek istemiyorum. Zira artık sıktı!!! 15 yıla yakındır her yıl en az 2 film çekmek ve hiçbirinin kötü çıkmaması da ne demek brooo?

Fragman resmen büyülemişti ilk izlediğimde. Sonradan festival filmi olacağını öğrendiğimden sebep sanırım, filmi unutmuşum. Gerilere atmışım. Amerika'da vizyondan çıktı film fakat bizim sinemada izlememize daha 1 aydan fazla var. Bu çarkı döndüren sinema işletmecilerine selam söylemekle yetineyim bari. Neredeyse tüm önemli filmlerde bu oluyor. Lütfen siz de Matt Damon gibi sıkın adamı. Bu türlüsü hiç sevimli değil :)

Laf şarkıdan açıldı, şarkıyla bitsin madem. Sia'dan geliyorrrrrrrrr; Lullaby!!!!

Devamını Oku

Extraordinary Measures (2010) - Azmin Elinden Ne Kaçmış Ki!!?


Bu kardeşiniz -hala- adam akıllı Indiana Jones serisini izlemiş değil. Çok küçükken televizyonda yayınlandığı dönem 2-3 baktığımı hatırlıyorum, tabii izledim diyemiyorum bu sebeple. Harrison Ford sevgim sağlamdır ama. Kung Fu serisi olsun, Blade Runner filmi olsun yeteri kadar sevmemi sağlamıştır Harri'yi. Zaten o oynamasaydı sanırım filmi izlemezdim.

Harrison Ford oynuyorken bile filmle ilgili oluşmuş algım son derece kötüydü aslında. Filmin 3. belki de 4. sınıf bir drama olduğunu düşünüyordum. Bu algının üstüne filmin başrol koltuğunda, kariyerinin nereye doğru gittiğini kestiremediğim Brendan Fraser de olunca, filmi tek izleme sebebimi kaderimde olduğu inancına bağlıyorum. Yoksa gerçekten çok kötü elektrik almıştım filmden.

Ama film daha ilk dakikadan pür dikkat kesilmemi sağladı. Zira film gerçek yaşamdan uyarlanmıştı. En sevdiğim türdür bu. Bir elimizde yaşanmışlık, diğer elimizde istediğimiz kadar abartabilme imkanımız. Daha ne olsun, güzel bir senaryo için değil mi!?

Hatırlatmaya gerek duymuyorum spoilersiz yazdığımı. Hatta konuya dahi girmiyorum filmlerle ilgili ama bu filmde en azından ilk dakikalarda hemen belli olan konuyu söylemem lazım. Film, tedavisi olmayan ölümcül genetik hastalığa yakalanmış çocukları olan bir ailenin azmini ele alıyor. Sırf bu açıdan kesinlikle izlenmesi gerekiyor diye düşünüyorum.

Umutsuzluk üzerine bayağı kafa yorduğum mevzulardan biri. İnsan doğasına hem bu kadar yakın hem de bu kadar uzak ikinci bir kavram var mı acaba? Bazen karşımıza 2-3 kıytırık çevresel etken dikildiğinde hemen pes ederken, bazen tüm dünya karşımıza dikilse bile dönmeyiz davamızdan. Bu iki zıt ''bazenliği'' aynı insanoğlu yapabiliyor. Çelişki gibi görünse de kesinlikle değil. Bunu sağlayan yegane değişmez değişken, anı yakalama becerisi ve o an yakalanan duyguyu hayatınıza hakim kılma özelliği. Filmi izleyenlerin çoğu başarı sürecine takılacaktır ama bence diğer her şeyde olduğu gibi bu hikayenin de çıkış noktasına konsantre olunmalı. Daha çok konuşursam yazı incelemeye dönecek. Onun için burada bırakayım. Zaten izlediğinizde ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Senaryosu olsun, oyunculukları olsun gayet tatmin edici. Hikayenin vuruculuğu da eklenince bunlara, tavsiye etmek zorunda kalıyorum. Dikkat: küçük kızı yemek isteyebilirsiniz :)

İzleyin efendim...
Devamını Oku

29 Aralık 2010 Çarşamba

127 Hours - Every Second Counts (2)


 18 Eylül'de, yayınlanan teaserla ilgili bir başlık açmıştım. O videoyla bile bekleme pozisyonuna geçmiştim ama son trailerden sonra izlenmezse olmaz filmlerden biri oldu 127 Hours. Zaten 5 Kasım itibariyle çeşitli festivalleri dolaşmaya başladı film ve neredeyse hepsinden geçer not aldı. Şuan itibariyle 18 tane adaylığı var toplamda, tabii Golden Globe de dahil.

Senenin en iyi filmleri arasında olduğunu bir şekilde ispatlamış gözüküyor. Büyük ihtimalle Ocsar'dan da 4-5 tane adaylık kapacak. Fragmanı izleyince ''nasılsa Inception'a vermeyecekler bari buna versinler'' dedim en iyi film oscarını. Fragmanla bu hükümlere ulaşmak sağlıksız ama hazır bu tür düşünceler oluşmuşken paylaşayım dedim :)  İzleyin fragmanı, yanlışsam söyleyin :)

Bu arada James Franco, kendini aşmış gibi gözüküyor. Nasılsa ödül törenini sunuyor, güzel bir estantane olur en iyi erkek oyuncu ödülünü alırsa.

Senenin en sevdiğim fragman ödülleri düzenlesem, kesinlikle ilk 5'e girer bu fragman. Film Türkiye'de 28 Ocak 2011'de vizyon görecek.

Buyrun; (HD izleyin bir zahmet :))

Devamını Oku

28 Aralık 2010 Salı

Frozen (2010) - Soğuk ve Yüksek Bir Gerilim


Gerilim türünden pek hoşlanmıyorum. Daha doğrusu korkuya dönük gerilimlerden, yoksa psikolojik-gerilimler candır. Korku-gerilimleri sevmeme nedenim, sürprizlere açık olmamaları. En azından beni şaşırtanına pek rastlamadım. Toplasam 5'dir 10'dur tüm hayatımda, sevdim diyebileceğim korku-gerilim filmi. O derece uzağız arkadaşla.

Korku-gerilimden ne kadar hoşlanmıyorsam tek mekan filmlerini de bir o kadar severim. Çeşitli ucuzluklara kaçamaz yönetmen bu tür filmlerde. Diyaloglar zaten filmi yüklenen neredeyse tek öğedir. Bu açılardan bakınca Frozen sınıfı geçti. Yani tek mekan filmi olma avantajını ustaca kullanmış. Gerçi puan olarak öyle ahım şahım bir durumda değil benim gözümde Frozen ama mevzu-u bahis korku-gerilim olunca sınıfı geçmesi bile yetiyor bir filmi sevmem için.

Filmi izleme nedenim bu sefer afişti. Bas bas bağırıyordu gereceğim diye. Tabii ben de gerilime hasret biri olarak hemen zıpladım. Lakin filmin girişi resmen ofsayt. Klasik gençlik filmlerinden hiç farkı yok ilk 15-20 dakikasının. Başladığım filmleri yarıda bırakma gibi bir alışkanlığım olsa kesinlikle kapatırdım. Tabii sonradan film tek mekana geçti ve diyaloglar başladı. Aslında diyalog diyalog diyorum ama öyle beklentinizi yükseltmeyin. Ortalama gerilim filmi standardına göre göz dolduruyor diyaloglar.

Film geriyor mu, geriyor. Ama izleyen bazı kadınların ayılıp bayıldıkları söylentileri bana göre tamamen uydurma. Bu filmde de bayılınırsa, kanlı korku filmlerinde ne yapmalı? Ben korkudan daha çok, acizliği gözler önüne sermesi açısından önemsiyorum filmi. İnsanın doğa karşısında ne kadar da aciz olduğunu çok açık anlatıyor. Bu açıdan kesinlikle izlenmeye değer bir film.

Aslında bu filme yazı yazmamın en önemli sebeplerinden biri Adam Green. Hem yazıp hem yönetme özelliği olması zaten yeterli bir sebep sevmem için. Üstüne bir de bu kadar genç yaşta bu kadar çok projeye imza atmış olması var. Hepsinin üstüne devamlı kısa film çeken birinin, arada sırada çektiği uzun metrajlı filmlerinde çıtayı hiç de aşağı koymaması var ki, var olan sempatiyi hepten pekiştiriyor.

Filmin bir önemli özelliği de oyunculukları. Başroldekiler genç görünümlü, dolgun kariyerli oyuncular olunca ortaya böyle bir performans çıkıyor haliyle. X-Men serisinden tanıdığımız Shawn Ashmore'nin bu filmde olması da az gülümsetmedi. Zira X-Men'de IceMan'i canlandırmıştı :)

Sonuç olarak, izlenilesi korku-gerilimlerden Frozen. Film sıkıntısı çekiyorsanız şans tanıyın derim.

5 / 10
Devamını Oku

27 Aralık 2010 Pazartesi

Percy Jackson & the Olympians: The Lightning Thief (2010)


Duymayan kalmış mıdır bilmiyorum ama öncelikle Percy Jackson kimdir onu söylemek lazım sanırım. Percy Jackson, Rick Riordon'un son yıllarda best sellera abone olmasını sağlamış kitaplarının has kahramanı. Hatta seri 5 kitaptaydı en son, o derece satan bir kardeşimiz bu Percy. Bu film de bu serinin ilk kitabından uyarlanma. Devamının geleceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Çok satan çocuk serilerin akla ilk gelen uyarlamacısı Chris Columbus yönetmiş bu filmi de, Harry Potter gibi. Zaten film neredeyse Harry Potter'dan farksız. Tek farkı kurgusunun, günümüzün moda konularından olan mitoloji üzerinde yükseliyor olması. Öyle kalem-kağıt, fizik-kimya, sihir-büyüyle değil de direkt doğumla kazanılan güçler işliyor bunda. Bildiğin yarı tanrılık müessesesi. Bu haliyle filme, Harry Potter'in mitolojik hali dense yanlış olmaz.

Harry Potter serisinde kendimi pek bulamadım ben ama bu film bir hayli sardı. Öyle mitolojinin süper uyarlanmış olması vesaire sebep olmadı tabii buna. Çok komik film. Ya da değilse bile Türkçe dublajını komik yapmışlar. Dublajdan film sevilir mi demeyin, insanın başına gelince her şey oluyor :) Sayılı saygın dublajlılara yazdım bu filmi.

Bu yıl vizyona giren Clash Of Titans'la neredeyse aynı konu ve karakterlere sahip film. İkisi de Perseus'un hikayesini anlatıyor ama neredeyse ortak noktaları yok. Percy Jackson'u nasıl çekmişlerse, film kolejlerde geçen filmlerden daha çok gençlik filmi olmuş. Başkarakter zaten 12 yaşında.

Percy'i oynayan eleman son yıllarda dikkat çeken oyunculardan. The Number 23, 3:10 to Yuma ve Gamer gibi şimdiden pek çok kalburüstü filmde yer bulan Logan Lerman, 12 yaşındaki karakteri 18 yaşındaki biri ne kadar iyi oynayabilirse, o kadar oynamış. Benden geçer not aldı. Film boyunca esas kızımızı bir yerden tanıyorum deyip durdum ama bir türlü aklıma gelmedi. Filmin son sahnelerinde birden şimşek çaktı ve White Collar'daki güzel yengemiz olduğunu hatırladım. Oradaki rolüyle buradaki rolü gerçekten bambaşka ama. Kolay kolay hatırlayamamakta haklıyım sanırım. Verilen yaş farkı algısının başarısını ispatlıyor bu da.

Bu arada kapitalizmin neden bu kadar başarılı olduğunu filmde bir kere daha görüyoruz. Film mitoloji filmi ama Toyota'dan, Iphone'den tutun Converse'ye kadar çok başarılı yedirilmiş reklamlar var. O kadar hikayenin içine yedirilmiş ki bu ürünler, hikayenin olmazsa olmazları olmuşlar.

Biraz vurduk gibi filme ama ben gerçekten eğlendim. Fantezi kurgusundan öteye komedi filmi nazarıyla değerlendirdiğimi de hatırlatayım. Hemeros'la Hesoidos ne derler bilmiyorum ama, mitolojiyi günümüz çocuk jenerasyonuna güzelce aktarmışlar gibi geldi. Dahasını üniversitede öğrensinler artık ne yapalım. Gerçi pek de gerek kalmayacak. Sinemadaki yükselen dalga mitoloji ne de olsa. Okumayan, onun yerine kolaycılığa kaçan günümüz gençliği yaşadı!!!
Devamını Oku

26 Aralık 2010 Pazar

The A-Team (2010) - Efsane Takım Yeniden


A Takımı, Görevimiz Tehlike, Kara Şimşek... Neredeyse hepimizin çocukluk yıllarında televizyonla kurduğumuz iletişimin belki de en önemli öğeleri... En yenisinin üzerinden neredeyse 25 yıl geçti ama hala onların üzerine kurulduğu yapılar geçerliliğini devam ettiriyor. Şimdi say deseniz bu 3 dizinin kurgusuna sahip 10'dan fazla dizi sayabilirim. Dizilerle bu yapımların popülerliğinin hala sattığını farkeden yapımcıların, yeniden çevrim filmlere girişmemesi düşünülemezdi tabii.

Yeniden çevrimlerin her zamankinden daha popüler olduğu bu dönemde, hele de Görevimiz Tehlike serisinin 4. filminin hazırlıkları neredeyse tamamlanmak üzereyken, A Takımı'nın henüz hiç filmi olmaması bir hayli garipti. Bu garipliğin ortadan kalkacağı haberini aldığım zamanlar -ki 2008'in sonu oluyor sanırım-, pek ümitli değildim filmden. Oyuncular açıklandıktan sonra biraz yükselse de beklentim, neredeyse en has adamım B.A'nın modern halini görünce ufak çaplı bir hüsran yaşamıştım.

B.A. dediğin, her şeyden önce sert biriydi dizide. Tamam o sert mizacının altında kedi uysallığında biri de vardı ama bakışlarla bile komaya sokabilirdi kötü adamları. Bu abimizse bildiğin babyface. Suratta hiçbir sertlik emaresi yok. Tabii bu kadar da değil. Nerde o, ufak çapta ayaklı kuyumculuk sendromu. B.A'nın kasları altın kolyelerden gözükmemeli arkadaş.

Yeni filmle ilgili en çok sevindiğim haberlerden biri Liam Neeson'un Hannibal'ı canlandıracak olmasıydı. Bu adam ne yapsa seviyorum gerçi ama bu sefer de oynamış. Tabii karakterde büyük çapta yapılan değişiklikler var. Liam amca oynamış ama Hannibal farklı yazılmış. Farklı yazılınca da beklentiler biranda havalarda uçuşmaya başlıyor. Nerde o gülmeden duramayan, yaptığı hiçbir plan tıkır tıkır işleyemeyen Hannibal? En önemlisi de takımın lideri olan Hannibal nerde? Bildiğin, dönemi geçmiş saygı duyulan devlet adamlarına dönmüş, canımgidi Hannibal.

Hannibal'ın boşalan koltuğunun yeni sahibi ise Faceman olmuş. Dizide işi-gücü zamparalık olan ve ne etliye ne sütlüye karışan Faceman, bu sefer biraz daha sorumluluk sahibi. Tamam yine casanova takılıyor ama daha sorumluluk sahibi. Bradley Cooper olduktan sonra zaten bu rolü sevmemem imkansızdı ama güzel de yazılmış hani karakter.

Veee filmin olmazsa olmazı, akıllı delimiz Murdock. Dizideki en sevdiğim karakter buydu. District 9 filmiyle biranda parlayan Sharlto Copley'in oynayacak olması biraz şüpheyle yaklaşmama sebep olmuştu ama abi çoşmuş resmen. Filmin en çok göz dolduran karakteri Murdock'tu benim açımdan.

Filmle ilgili sayabileceğim eksikler sınırlı. B.A'nın gözü gibi sevdiği o meşhur Gmc Van'ı filmin başı dışında yok. Diziyle neredeyse eşanlamlı olan mükemmel müzik de, 1-2 sahne dışında yok. Bunları bilerek mi koymadılar, emin değilim ama bunlarsız bile bu kadar sevdiysem filmi, fazla eşelememek en güzeli.

Faceman'i ve Murdock'u dizide canlandıran Dwight Schultz ve Dirk Benedret'in az da olsa filmde gözükmeleri, insana tebessüm ettiriyor. Mad Men'in bay karizması Donal Drapper'in filmin sonunda gözükmesi de cabası. Diyeceğim, filmin castı tamamdır. Her zamanki güzelliği sayesinde popüler filmlerde oynama kontenjanının bu filmdeki temsilcisine yapacağımız olumsuz eleştiri kısmına :) Bu sefer bu hakkımdan feragat ediyorum sanırım. Bana kalırsa, Jessica Biel o kadar da göze batmamış filmde. Neredeyse hiç rahatsız olmadım 135 dk boyunca.

Ve-l Hasılı film olmuş. Ben çok sevdim. Patlama, zıplama, aksiyon, nostalji... Her şey var filmde. Bu tür bir film ne kadar olabilecekse, o dolaylara fazlasıyla yaklaşmış The A-Team. Sinemada izlemediğim için üzgünüm...
Devamını Oku

25 Aralık 2010 Cumartesi

2010'un En Çok İndirilen Filmleri


Girmekten kıvanç duyduğumuz milenyumumuzun ilk 10 yılını devirmeye yaklaştığımız şu günlerde, herkes yıllık tabloları açıklamaya başladı. BitTorrent de bu rüzgardan etkilenmiş sanırım. 2010 yılı içinde, netten BitTorrent programı vasıtasıyla film indiren ahalinin en çok indirdiği 10 film şunlarmış (yandaki sayı, indirilen sayı);

1 Avatar - 16,580,000

2 Kick-Ass - 11,400,000

3 Inception - 9,720,000

4 Shutter Island - 9,490,000

5 Iron Man 2 - 8,810,000

6 Clash of the Titans - 8,040,000

7 Green Zone - 7,730,000

8 Sherlock Holmes - 7,160,000

9 The Hurt Locker - 6,850,000

10 Salt - 6,700,000

Tablo bana bir hayli garip geldi. Avatar tamam da, ilk 10'da en azından 5-6 tane olmasını garipsediğim film var. Sanırım Torrentçilerle bu konuda da anlaşamıyoruz :) Neyse durduk yere adamların film zevklerine laf etmeyelim. American Idol'lerin rating kralı kesildiği bir dünyada fazla irdelememek lazım bu tür şeyleri...

Heee bir de korsan kötüdür, pistir. Onsuz kapatmak olmaz :)
Devamını Oku

23 Aralık 2010 Perşembe

Tekken (2010) - King Yok Paul Yok Ne Var...


Ne denir ki, 4-5 oyundan biridir Tekken. Her çocuğun illa bir kere oyanmışlığı vardır herhalde. İsmini duymayan zaten yoktur. Şahsen az kaçmadım okuldan bu oyun için. O derece ki hayatımda sigara içmeyen hatta nefret eden bir insan olarak, sigara dumanından göz gözü görmeyen atari salonlarına bile giriyordum Tekken için, daha ne diyeyim :D

Tabii bu derece köklü bir geçmişiniz olunca, haliyle beklentiniz yüksek oluyor filmden. Daha önceden Street Fighter'da ve bilumum anime uyarlamasında yaşadığınız hüsranı bu sefer yaşamayacağınıza inanıyorsunuz çocuksu bir edayla ama gelin görün ki yine hüsran yine hüsran yine hüsran. Artık vazcaydım, yapmasınlar uyarlama. Oyunlar oyun, animeler anime olarak kalsın. Zira bu şekilde mazinizde sevimli sevimli yad ettiğiniz o güzel hatıralar da kayboluyor berbat uyarlamalarla.

Senaryo zaten yok. Oyunculuk desen, adam akıllı sahne yok ki şöyle güzel bir performans izleyelim. Ne karakter gelişimi var, ne duygu verebilme var... yok... yok... Hiçbir şey yok filmde, güzel dövüş sahneleri dışında.

Etmem de, hadi kabul edeyim senaryonun olmamasını. Ama o güzelim karakterler nerede? Nerede King, nerede Paul, Nerede Lei... Eve akvaryum alıp da balık almamak gibi bir şey bu. Hadi senaryo için Jin'e kilitlendik deseler, senaryo da yok. Olmamış, olmamış... Dövüş sahnelerini izleyip ileri sararak izlerseniz hiçbir şey kaçırmazsınız, garanti veriyorum. O derece olmamış...

Zaten film garip bir şekilde vizyonsuzluk cezasıyla çekmiş çekeceğini. Daha fazla vurmak istemiyorum. Oyunun üreticisi olan Namco dışında kimse kar etmemiş yapımdan. 60 milyon dolar Namco'ya, filmin çekilmesine de -kesin rakam olmasa da- en az 30-35 milyon dolar harcamış yapımcı firma. Ve sadece DVD ve BluRay satışlarından gelir elde etmiş gözüküyor. Satışlar da patlıyor ya şu aralar.... Allah'ın sopası yok işte :)
Devamını Oku

22 Aralık 2010 Çarşamba

Anything For Her (2008) - Sıradan Bir Adam...


Hiç bıdı bıdı etmeden baştan söyliyim bu sefer, acayip sevdim filmi. İzlerken kendimi kaç defa monitöre malak malak bakarken yakaladım, sayısını bile hatırlamıyorum. Film en yalın ifadeyle ruhunuza işliyor, çok büyük acıtıyor!!!

Film devamlı dikkatimi çekiyordu ilk çıktığından beri ama o kadar film arasından bir türlü elime gelmiyordu. Hatta vizyona girdiğinde aksiyon filmlerini tercih ettiğimden son anda 2 defa kapısından dönmüştüm. Böyle böyle aklımda yer etmesinin üstüne, Russell Crowe'le Liam Neeson'un dahil oldukları The Next Tree Days filminin ilk haberleri geldiğinde, filmle ilgili bilgilere bakınırken, bu filmin yeniden çekimi olduğunu öğrendim. Böylece izlenecekler kısmından, bir an önce izlenecekler listesine kolayca terfi etmiş oldu Anything For Her.

Güzel bir huyum vardır, mazimiz ne kadar geçmişe dayanırsa dayansın, bazı yapımlara sıfır beklentiyle yaklaşmayı başarabilmişimdir her zaman. Bu filme de tam olarak böyle başladım. ''Nasılsa yeniden çekildiğine göre, o kadar da güzel bir yapım değildir'' içgeçirmeleriyle de süslemedim değil bu beklentisizliğimi. Çok da güzel yapmışım :)

''Mutlu mesut bir aileniz var. İşiniz gücünüz yerinde. Çok sevdiğiniz eşiniz ve biricik oğlunuzla sevgi pıtırcığı dolaylarında takılıyorsunuz... Günler böyle ilerlerken eşiniz haksız yere hapse düşse ne yapardınızın cevabına, Sıradan Bir Adamın neler yapabileceği formülüyle ulaşmanın en güzel örneğidir'' derdim, kendine has uslubunla Anything For Her'i anlat deselerdi. Filmin bir diğer ismi, fransız yapımı olması sebebiyle Pour Elle bu arada.

Filmin hafızanızda yer etmesini sağlayacak faktörler çok. Dediğim gibi iç acıtan hikaye var bir kere. Hadi hikaye beni o kadar da sarmadı deseniz bile, Vincent Lindon'un muhteşeme yakın oyunculuğu için izlenir bu film. Nasıl ince ince işliyor karakteri anlatamam. Zaten hikayeye yaptığım vurgunun temel sebebi de bu abi. Resmen gece gece büyüledi bendenizi. Son zamanlarda aklımda kalan performanlardan biridir kesinlikle. Daha fazla devam etmesem iyi olacak. Zira spoisizlik desturum pek yerinde duracak gibi gelmiyor bu sefer.

Çok sevdiğim bu hikayeyi yeniden izleyecek olmam ve bu filmde 3-4 sahnenin daha uzun anlatılması gerektiğini düşünüyor olmam, ilk defa bir remake yapımın varlığına kızdırmadı beni. Kızmak ne kelime, sevindirdi bile. Holivud'a selam etmiş olayım, bu güzel hikayeye iyi davranmış ol emi!

Genelde küsürleri bir yukarı tamamlarım ama bu sefer en dolusundan veriyorum;

7 / 10
Devamını Oku

21 Aralık 2010 Salı

Centurion (2010) - Romalı Kaç, Pikt Tut...


Centurion kısaca, bir yüzbaşı ve arkadaşlarının Pictlerden kaçışı üzerine kurulmuş vasat bir film. Filmin ismi de buradan geliyor; Roma İmparatorluğu ordusunun yüzbaşısı anlamına geliyor Centurion. Konuyu bilmeden izlerseniz çok şey bekleyebilirsiniz diye söyledim, zira ben bambaşka bir şey bekliyordum. Devasa orduların çarpışmaları, bu orduların çarpışmaları esnasında kahramanlığın dibine vuran bir komutan, o komutanın destansı aşkı ve nihayetinde söz konusu kıza kavuşmasının önündeki engeller vs vs vs... Bunlar yok, baştan söylemiş olayım.

Hepimiz epik film deyince, en azından bir Truva bekliyoruz. Hele de söz konusu film Kayıp Lejyon'un spin-off'uysa beklentiyi siz düşünün. Yukarıda da dediğim gibi bunların hiçbiri yok filmde. Hadi hepsini geçtim. Komutanların, küme düşme potasındaki takımını maça hazırlamak için delirik bir vaziyette takıma talimat yağdıran teknik direktör misali ordusuna gaz verme sahnesi bile yok koskoca filmde. Hal böyle olunca Truva'yı bile aratır cinsten epik örnekler arasına girmekten kurtulamıyor Centurion. Artık kendimi nasıl hazırlamışsam bunları görmeye, film bittiğinde sadece ''bir de utanmadan, afişe savaş sahnesi koymuş şerefler'' diyebildim. Tamam anlaşıldı sanırım, filmde bunların olmadığı demii :)

Klasik epik entrumentaller yok ama film hepten de boş değil tabii. Şuana kadar hiçbir epik filmde -rastladıysam da- hatırlayamadığım milliyetçilik göndermeleri mevcut. Filmdeki grubun ufak bir mağarada, birbirlerini tanıma amaçlı yaptıkları kısa sohbetten bahsediyorum. İzlerken dikkat ediverin bir zahmet. Gerçekten de, milliyetin ne olup ne olmadığı mesajını gayet sade ve yararlı biçimde vermiş yönetmen. (Kendisi aynı zamanda senaryonun da sahibi)

Bu güzel milliyet mesajıyla beraber, mükemmel diye nitelendirdiğim Britanya dağlarının teşhiri, filmin benim nazarımdaki en iyi yönlerinden. Tabii bu türün olmazsa olmazı müziğin, filmin ilerisinde olduğunu da hatırlatmak boynumun borcu bu arada. Filmi geçen SoundTrackler her zaman saygıdeğerdir benim için.

Sözün özü, beklentisiz izlerseniz fazla sıkılmazsınız. Ben hiç sıkılmadım bütün bu dediklerime rağmen. 97 dk göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Vermek istediğim tek mesaj; bilindik epik filmlerden olmadığıdır Centurion'un.

5 / 10
Devamını Oku

18 Aralık 2010 Cumartesi

The Fast and the Furious 5: Fast Five - Home, Sweet Home


Tam ergenliğin başladığı yıllarda ortaya çıkması Hızlı ve Öfkeli'yi, bizim yaştakiler için gerçekten başka bir seri yaptı. O araba kovalamacaları, modifiye arabalar, şakalar, komiklikler vs vs olunca, zaten tersi bir durum enterasan olurdu herhalde.

Tabii bizle de sınırlı kalmayınca gişede çok iyi işler yaptı FF. Toplamda nerdeyse 1 milyar dolara yaklaştı hasılatı, 4 filmin. Gerçi 3. filmle beraber seriden kopmuştum ben. Ne Paul Walker ne Vin Diesel ne de Tyrese Gibson vardı. Diğer ergen liseli filmlerinden neredeyse hiç farkı kalmamıştı serinin, Tokyo Drift'le beraber. Takiiii 3. filmin son sahnesinde Vin Diesel'in, yerinde durmakta zorluk çeken, modifiye manyağı olmuş süper bir Plymouth Road Runner'la arz-ı endam etmesine kadar.

Sonrasında gelen 4. film o istenilen geri dönüşü sağlayamamış olsa da serinin içindeki en yüksek hasılatı toplamayı bildi ve haliyle 5. filmin önünü açtı. Kadro yönünden tam bir Samanyolu cast. Paul Walker, Vin Diesel yetmez gibi üstüne Tyrese Gibson de var bu sefer. Ama bu kadar da değil. Jordana Brewster ve Lucadris gibi daimi oyuncuların yanı sıra 3. filmin benim için en önemli oyuncusu olan Sung Kang de var. Hepsinin üstüne bir de yeni dönem aksiyon filmleri deyince akla gelen 2-3 isimden biri olan Dwayne Johnson eklenince iyice çoşuk bir imaj yaratmış cast. Tek eksik Michelle Rodriguez.

Filmin idare etmelik afişiyle, güzel bir fragmanı yayınlandı. Benim açımdan hiçbir sıkıntı yok. Hatta bayağı bayağı olmuş yani :D Film 29 Nisan 2011'de vizyonda.

HD izliyoruz demiii...

Devamını Oku

16 Aralık 2010 Perşembe

Transformers: Dark of the Moon - 3. Filmin İlk Fragmanı

 

Düşünün bir. Michael Bay adında bir yönetmeniniz var. Bu abiye bir film çektirmişsiniz 150 milyon dolara ve 8 günde sermayeyi kurtarmışsınız. İkinci bir devam filmi çektirmişsiniz 200 milyon dolara, onun sermayesini de 6 günde toplamışsınız. İki filme 350 milyon yatırıp, toplamda 1.5 milyar dolardan fazla para kazanmışsınız. Ne yapardınız bu durumda?.. Evet sizin gibi Transformers yapımcıları da ''çekmeye devam ederim abi'' demeye devam ediyorlar.

Aslında üçüncü filmin geleceği ikinci film gösterime girmeden söylenmişti. İşte o 2 sene önceden haberi verilmiş 2. devam filminin ilk görüntüsü net alemine düştü. Yayınlayanlar her ne kadar trailer demişlerse de, bildiğimiz spot bu. Teaser'dan hallice güzel bir spot. Yeni kötümüz olduğunu tahmin ettiğimim devasa bir robot arz-ı endam ediyor, Megan'sız bu devam filminin ilk fragmanında.

Ben şimdiden heyecanlandım... Film 1 Temmuz 2011'de.

İşte ilk offical görüntü. HD izliyoruz demii?
Devamını Oku

14 Aralık 2010 Salı

2011 Golden Globe Adayları Belli Oldu


Oscar habercisi olan Golden Globe'nin bu seneki adayları açıklanmış. Oscar'dan daha sıcak gelir Altın Küre bana her zaman. Bu seneki adaylara bakınca aramızdaki bu sıcak havanın devam ettiğini söyleyebilirim.

Oscar'da yine haksızlığa uğrayacağını düşündüğüm Christopher Nolan, Golden Globe'de gövde gösterisi yapacak gibi duruyor. Aday olduğu 3 kategoride de alacak gibi. Müziklerini de çok sevdiğim Inception bu kategoride de kazanırsa 4'te 4 yaparak geceyi kapatabilir. Diğer adayları izlemediğim için En İyi Aktör dalında DiCaprio'nun haksızlığa uğradığı yönünde bir şey söylemeyeceğim. Bu sene yine açılacaktır Leonardo'nun haksızlığa uğradığı konusu ama sanırım en az bu sene katılacağım bu duruma. Zira Inception'un büyüleyiciliğinin yanında DiCaprio'nun oyunculuğu hafiften silikti.

Jonny Deep'in iki rolle aday olması, yani kendiyle yarışıyor olması ayrı bir güzellik. Luther'la gönüllere taht kuran Idris Elba'ya ve The Big C'ye dikkat. Son olarak Mad Men kazanacaktır deyip adaylarla baş başa bırakayım sizi.

Adaylar bugün (14 Aralık) açıklandı. Ödüller ise 16 Ocak 2011'de.
  
Drama dalındaki En iyi Film adayları:

Black Swan (2010)
Inception (2010)
The King's Speech (2010)

Müzikal/Komedi dalındaki En iyi Film adayları:

Alice in Wonderland (2010)
Burlesque (2010/I)
The Kids Are All Right (2010)
Red (2010/I)

Drama dalındaki en iyi aktör adayları:

Jesse Eisenberg for The Social Network (2010)
Colin Firth for The King's Speech (2010)
James Franco for 127 Hours (2010)
Ryan Gosling for Blue Valentine (2010)
Mark Wahlberg for The Fighter (2010)

Drama dalındaki en iyi aktrist adayları:

Halle Berry for Frankie and Alice (2010)
Nicole Kidman for Rabbit Hole (2010)
Jennifer Lawrence for Winter's Bone (2010)
Natalie Portman for Black Swan (2010)
Michelle Williams for Blue Valentine (2010)

Müzikal/Komedi dalındaki en iyi aktör adayları:

Johnny Depp for The Tourist (2010)
Johnny Depp for Alice in Wonderland (2010)
Paul Giamatti for Barney's Version (2010)
Jake Gyllenhaal for Love and Other Drugs (2010)
Kevin Spacey for Casino Jack (2010)

Müzikal/Komedi dalındaki en iyi aktrist adayları:

Annette Bening for The Kids Are All Right (2010)
Anne Hathaway for Love and Other Drugs (2010)
Angelina Jolie for The Tourist (2010)
Julianne Moore for The Kids Are All Right (2010)
Emma Stone for Easy A (2010)

En iyi yardımcı aktör adayları:

Christian Bale for The Fighter (2010)
Michael Douglas for Wall Street: Money Never Sleeps (2010)
Andrew Garfield for The Social Network (2010)
Jeremy Renner for The Town (2010)
Geoffrey Rush for The King's Speech (2010)

En iyi yardımcı aktrist adayları:

Amy Adams for The Fighter (2010)
Helena Bonham Carter for The King's Speech (2010)
Mila Kunis for Black Swan (2010)
Melissa Leo for The Fighter (2010)
Jacki Weaver for Animal Kingdom (2010)

En iyi Yönetmen adayları

Darren Aronofsky for Black Swan (2010)
David Fincher for The Social Network (2010)
Tom Hooper for The King's Speech (2010)
Christopher Nolan for Inception (2010)
David O. Russell for The Fighter (2010)

En iyi Senaryo adayları:

127 Hours (2010): Danny Boyle, Simon Beaufoy
Inception (2010): Christopher Nolan
The Kids Are All Right (2010): Stuart Blumberg, Lisa Cholodenko
The King's Speech (2010): David Seidler
The Social Network (2010): Aaron Sorkin

En iyi Şarkı adayları:

Burlesque (2010/I)("Bound to You")
Burlesque (2010/I)("You Haven't Seen The Last of Me")
Country Strong (2010)("Coming Home")
The Chronicles of Narnia: The Voyage of the Dawn Treader (2010)("There's A Place For Us")
Tangled (2010)("I See the Light")

En iyi Müzik adayları:

127 Hours (2010): A.R. Rahman
Alice in Wonderland (2010): Danny Elfman
Inception (2010): Hans Zimmer
The King's Speech (2010): Alexandre Desplat
The Social Network (2010): Trent Reznor, Atticus Ross

En iyi Animasyon dalındaki adaylar:

Despicable Me (2010)
The Illusionist (2010)
Tangled (2010)
Toy Story 3 (2010)

Yabancı dilde En Eyi Film adayları:

Biutiful (2010)
I Am Love (2009)
The Concert (2009)
The Edge (2010)
In a Better World (2010)

Drama dalındaki en iyi Televizyon Dizisi:

"Boardwalk Empire" (2009)
"Dexter" (2006)
"The Good Wife" (2009)
"Mad Men" (2007)

Müzikal/Komedi dalındaki en iyi Televizyon Dizisi:

"The Big Bang Theory" (2007)
"Glee" (2009)
"Modern Family" (2009)
"Nurse Jackie" (2009)
"30 Rock" (2006)

Mini Dizi adayları:

"Carlos" (2010)
"The Pacific" (2010)
"The Pillars of the Earth" (2010)
Temple Grandin (2010) (TV)
You Don't Know Jack (2010) (TV)

Mini dizi/TV filmi dalındaki En İyi Erkek Oyuncu adayları:

Idris Elba for "Luther" (2010)
Ian McShane for "The Pillars of the Earth" (2010)
Al Pacino for You Don't Know Jack (2010) (TV)
Dennis Quaid for The Special Relationship (2010) (TV)
Édgar Ramírez for "Carlos" (2010)

Mini dizi/TV filmi dalındaki En İyi Kadın Oyuncu adayları:

Hayley Atwell for "The Pillars of the Earth" (2010)
Claire Danes for Temple Grandin (2010) (TV)
Judi Dench for "Return to Cranford" (2007)
Romola Garai for "Emma" (2009)
Jennifer Love Hewitt for The Client List (2010) (TV)

Müzikal/Komedi Dizileri dalındaki En İyi Erkek Oyuncu adayları:

Alec Baldwin for "30 Rock" (2006)
Steve Carell for "The Office" (2005)
Thomas Jane for "Hung" (2009)
Matthew Morrison for "Glee" (2009)
Jim Parsons for "The Big Bang Theory" (2007)

Müzikal/Komedi Dizileri dalındaki En İyi Kadın Oyuncu adayları:

Toni Collette for "United States of Tara" (2009)
Edie Falco for "Nurse Jackie" (2009)
Tina Fey for "30 Rock" (2006)
Laura Linney for "The Big C" (2010)
Lea Michele for "Glee" (2009)

Drama Dizileri dalındaki En İyi Erkek Oyuncu adayları:

Steve Buscemi for "Boardwalk Empire" (2009)
Bryan Cranston for "Breaking Bad" (2008)
Michael C. Hall for "Dexter" (2006)
Jon Hamm for "Mad Men" (2007)
Hugh Laurie for "House" (2004)

Drama Dizileri dalındaki En İyi Kadın Oyuncu adayları:

Julianna Margulies for "The Good Wife" (2009)
Elisabeth Moss for "Mad Men" (2007)
Piper Perabo for "Covert Affairs" (2010)
Katey Sagal for "Sons of Anarchy" (2008)
Kyra Sedgwick for "The Closer" (2005)

Mini dizi/TV filmi dalındaki En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu adayları:

Scott Caan for "Hawaii Five-0" (2010)
Chris Colfer for "Glee" (2009)
Chris Noth for "The Good Wife" (2009)
Eric Stonestreet for "Modern Family" (2009)
David Strathairn for Temple Grandin (2010) (TV)

Mini dizi/TV filmi dalındaki En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu adayları:

Hope Davis for The Special Relationship (2010) (TV)
Jane Lynch for "Glee" (2009)
Kelly Macdonald for "Boardwalk Empire" (2009)
Julia Stiles for "Dexter" (2006)
Sofía Vergara for "Modern Family" (2009)
Devamını Oku

Simyacı - Kitap Tanıtımı


Çok değil yarım yüzyıl öncesi döneme göre çok değişiğiz dünya ve insanlar olarak. Güzel sokaklar, yüksek binalar, konforlu arabalar, teknolojik aletler... Aklınıza ne gelirse elimizin altında. Lakin bütün bu varlıklılığa rağmen garip bir şekilde sıkkınız. İnsanoğlu varlıklandıkça, ruhsuzlaşıyor sanki. Psikoloji biliminin ortaya çıkışının sanayileşmenin ortaya çıkmasıyla aynı zamanlara denk gelmesi ne garip...

Tabii ki ayak yapıyorum, aslında garip filan değil. Doğululuğuyla gurur duyan biri olarak, yıllar önce bizleri fakiriz diye köyünden kovan ağanın, şimdilerde bize muhtaç gözlerle bakıyor olmasının haklı gururunu yaşıyorum sadece. Yıllardır hatta asırlardır Doğu'yu ve Doğu kültürünü cahillikle itham eden Batı ve onun temsilcileri şimdi Doğu kültürünü şiar edinmiş yapıtlarla çıkıyor piyasaya. Dahası çıkmak zorunda kalıyorlar...

Önce Kitap Değil OKUmaktır Esas Olan başlığıyla daha sonra da OKUmaya Başlıyorum başlıklarıyla karar verdiğimi söylediğim roman okuma serüvenimin ilk adımı olarak, yukarıda da tarif ettiğim akımın baş temsilcilerinden Simyacı'yı seçtim.

Yeni tanışmıyoruz Simyacı'yla. Ortaokul yıllarımdan beri sayabildiğim kadarıyla 17 kere elime geçti bu kitap. Hepsini de -sıkı bir kitap hediye edici olarak- arkadaşlarıma ve tanıdıklarıma verdim. Bu süre zarfında okumamama rağmen garip bir bağ oluştu kitapla aramda. Hediye ettiğim kişiler kitabı okuduktan sonra, hediye edilen normal bir kitap için edilen teşekkürden çok daha sıcak teşekkür ettiler ve bu durum her defasında bir adım daha yaklaştırdı bendenizi Simyacı'ya. Verdiğim roman okuma kararından sonra da ''ilk kitap hangisi olsun acaba?'' sorusunun üzerinde fazla durmam gerekmedi bu sebeple. Ve başladım Simyacı'ya...

Mevlana'nın hikayelerini andıran Binbir Gece Masalları tadındaki serüveni, ister istemez kanımın ısınmasını sağlasa da garip bir şekilde adapte olamadım kitaba. Hani derdini anlatamadığı halde ne demek istediğini anladığınız insanlar olur ya, o tipte bir kitap imajı bıraktı bende Simyacı. Dünya çapında, ''ilk çıktığından beri 40 milyon satmış bir kitap nasıl olur da böyle amatörce yazılmış olabilir ki'' deyip durdum tüm kitap boyunca. Tabii hemen arkasından -kader yerine mektup denilmesini de düşünerek- ''22 yılda 40 milyon satmışsa yazarda bir sorun yoktur, olsa olsa çeviride bir sorun vardır'' tespitini yapıştırdım. Bu konuyu gerçekten araştıracağım. Özdemir İnce gibi bir takım insanların tabulaştırdığı biri bu kadar kötü çeviri yapmış olamaz herhalde...

Mevlanacılığın son yıllarda bu kadar çok popülerleşmesine katkı sağlayan kitaplardan olması, en kötü durumda bile zaten artı almasını sağlıyor benden. Bunun yanında Elif Şafak'ın Aşk'ı olsun, -okumayan yoktur herhalde- Richard Bach'ın Martı Jonathan Livingston'u olsun bu kitaptan daha iyiler. Sonuç olarak bu zamana kadar edindiğim ''bir kitap okudum hayatım değişti'' imajını hakeden bir kitap değil.

Sanırım ortaokul yıllarımda bu kadar çok elime geçmiş olmasının bir hikmeti varmış; o dönem okumam gerekliliği. Zira çok geç kalmışım. Bu yaşlarda okuyunca çok yavan geldi. Yine de aradan çıktığı için mutluyum :)
Devamını Oku

12 Aralık 2010 Pazar

OKUmaya Başlıyorum...


Kitap Değil OKUmaktır Esas Olan!!! yazısında, kitap ve okumak ilişkisine nasıl baktığımı söylemiştim. ''Her ne olursa olsun yine de, orda da değindiğim kadar az kitap bitirmiş olmamalıyım'' diyerekten Temmuz ayı itibariyle ufak çapta gaza geldim. Ve başladığım kitapları bitirme konusunda artık daha özenliyim.

Bu kararı verdikten sonra başladığım 6 kitabı da yine eski tarzıma göre okuyabildim, yani bitiremedim. Sonra baktım ki bu durumun ana sebeplerinden biri roman okumamammış. Hep araştırma ve yorum kitapları okuduğumdan, bildiğim bölümleri geçiyor ve böylelikle kitap bana göre bitse de nesnel bakışla bitmemiş oluyordu. Artık bitirmeye karar verdiğime göre ve ilk denemelerimde de başarız olunca aklıma -haliyle- roman okumak geldi. En azından bu geçiş dönemini yumuşatmak için. Hemen, birçok defa okumaya niyet edip vazgeçtiğim kitapları listeledim ve başladım bitirmeye.

Konuyu şuan açtığım için daha öncesine değinmeden, bundan sonra okuduklarımı değerlendirmeyi düşünüyorum. O sebeple Alamut: Fedailerin Kalesi, Alamut'a Dönüş: Güvercinin Gerdanlığı ve AŞK'ı pas geçiyorum şimdilik. Daha ilerde, yeniden kendi kitap okuma stilime dönersem yazacak bir şeyler kalsın hem :D

Kitap değerlendirmelerine başlamadan ufaktan bir ısınma satırgahı olsun istedim. Üzerine bir şeyler yazmaya değer kitap bitirirsem görüşürüz :)
Devamını Oku

10 Aralık 2010 Cuma

Julie & Julia (2009) - Bir Blog Macerası


İzleyeceğim filmleri çok çeşitli sebeplerle seçerim ama bu çok çeşitli sebepler sabittir. Yönetmenini takip ediyorumdur, çok sevdiğim bir oyuncu oynuyordur, konusu dikkatimi çekiyordur, afişi çok sevmişimdir vs vs. Ama ilk defa afişteki yazıdan etkilenerek bir film izledim: Based on Two True Stories. Biyografik, otobiyografik filmlere alışığız da 2 farklı hikayenin kurgusu nasıl olur diye düşündün görür görmez. İşin içinden çıkamayınca da ''yaslandım arkama bastım playe''.

''Bir Nora Ephron filmi'' olduğu için nasıl bir şeyle karşılaşacağımı bildiğimden, tüm sıcak atmosferine rağmen avucuna alamadı film beni. Artık başka şeyler yapma vakti gelmiş Nora'nın. New York'un kenar mahallerinde oturup, Manhattan'da çalışan genç kadın karakter... Bu karakterin yakın arkadaşlarından bir hayli uzak olması... Manhattan'ın şaşaasının altındaki o yalnızlık duygusunun insanları depresip ruh haline sokması... Daha neler neler.

Üzerinde durulan bu mesajlar kesinlikle yanlış değil lakin bu gibi tespitlerin -''dersimiz: küreselleşme pistir'' gibilerinden- her filmde tekrar tekrar yer alması beni biraz zorluyor. Yoksa toplanılan -ama ruhen bir araya gelinemeyen- arkadaş toplantıları gibi çok güzel sahneler mevcut filmde.

-Blog sahibi olarak, filmin ana olaylarından birinin blog -hatta blogspot.com- olması,
-Yazmakla alakadar biri olarak, kitap çıkarmanın ne denli zor bir şey olduğuna değinilmiş olması,
-Amerikan siyasi tarihiyle ilgili biri olarak, Joseph Raymond McCarth dönemine şiddetli göndermelerin olması,
filmi bir tık daha sevimli yaptı gözümde. Bu sevimliliğini de üst düzey oyunculuklarla süslemiş olması, türü içinde aklımda kalacak filmlerden olmasını sağladı Julie & Julia'nın.

Meryl Streep'e artık bir şey demiyoruz. Malum, insan değil o bir aktris!!! Amy Adams son yıllarda daha bir dikkat çekiyor ama artık daha sağlam ve üst düzey yapımlarda rol almalı. Stanley Tucci'nin hep hakkının yenildiğini düşünmüşümdür. Bu filmde de yenmiş...

Ve-l hasıl izlediğime kesinlikle pişman değilim. Eli-yüzü düzgün bir yapım olmuş. Süresi bu kadar uzun olmasa sıkılmayacağınıza da garanti verebilirdim ama sıkılmamak elde olmuyor, bu gibi filmler 2 saatten fazla olduklarında...

6 / 10
Devamını Oku

9 Aralık 2010 Perşembe

Kitap Değil OKUmaktır Esas Olan!


Kişi başına düşen konuşma süresinde bir hayli üstlerde yer alıyor olmam, çevremdeki çoğu kişide çok fazla kitap okuduğum düşüncesi oluşturmuş durumda. Buradan açıklıyorum; 2010 Temmuzu'na kadar tüm hayatım boyunca çok az (utancımdan söylemiyorum sayıyı, zira cidden çok az) bitirmişim!!!

Bu kadar az olduğunu ben de tahmin etmiyordum. Şöyle bir saymak fikri geldi son zamanlarda aklıma ve bu sayıyla karşılaştım. Lafı geçtiğinde bu sayıyı söylediğim arkadaşlarım pek inanmadılar haliyle. Tabii okumayan biri değilim, ama kitap bitirmek konusunda görüldüğü üzere sınıfta kalmış durumdayım. Kitap karıştırmayı sever, sık sık makale okur ama kitap bitiremem.

Tabii bu okunmuş kitap sayısı meselesini durduk yere söylemedim. Genel bir yanlış algıya dikkat çekmektir niyetim ortaya kendimi atarak. Çoğu konuda yaptığımız gereksiz kutsallaştırmayı kitap konusunda da yapıyoruz. Neymiş kitap okumak evrenin sırrını veriyormuş... Kitap okuduktan sonra gerisi yalanmış... vs vs vs...

Toplamda 700'e yakın kitap edinmiş biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, kitap demek sadece harfler barındıran sayfaları matbaa marifetiyle biraraya getirip güzel bir grafikle kapaklamak değildir. O kadar çok var ki bu bahsettiğim şeyden! Ve bana kalırsa hiçbiri kitap değil bu şeylerin.

Aslında kitaba atfettiğimiz bu kutsallığın temel nedeninin okumak olduğunu hepimiz biliyoruz ama gelin görün ki yozlaşma dediğimiz nane burada da kendini gösteriyor ve temel neden olan okuma, temel nitelik vasfının birazını(!) kitaba kaptırıyor. Hal böyle olunca da fiil, öznenin/nesnenin gölgesinde kalıyor her zamanki gibi.

''Bunu yapmayalım gençler'' dedikten sonra, -artık bitirmek üzere- kitap okumaya başladığımı haber edip sevgiler diliyorum :)
Devamını Oku

8 Aralık 2010 Çarşamba

The Secret in Their Eyes (2009) - Gözler...


Dünkü yazıya (The Ghost Writer) şöyle bir giriş yapmıştım; ''Son zamanlarda izlediğim filmlerde hep yanlış tercihler yaptım. İzledikten sonra hiçbiri hakkında en ufak bir şey bile yazmak istemedim. Baktım olacak gibi değil kenara kaldırdığım izleme listemi gündemime aldım ve ne oldu dersiniz; dakika bir gol bir.'' Bu sonuçtan sonra haliyle listeye devam ettim, bilin bakalım ne oldu: dakika 2 gol 2 :)

Çok sevdiğim bir kavram vardır; dinginlik. İlk anda uyandırttığı sinik-pasif-edilgen anlamı, biraz düşününce tam zıtlıyla değiştirtir insana. Çünkü o ilk anda uyandırdığı anlamlardan belki de en ırak kavramdır dinginlik, bana çağrıştırttığı güç ve aşırılık anlamlarıyla. İspat mı istiyorsunuz, alın size Pasifik Okyanusu. Hem en büyük okyanus olacaksınız hem de isminiz PASİFik olacak... Buradan çıkan tek sonuç, bizlerin kelimeleri kavramsallaştırırken çok dikkatli olmamız gerekliliğidir. Bunu hatırlatın sonra açalım...

Evet kesinlikle bu film de, bu kelimeyle anlatılabilecek filmler arasında. ''Tek bu kelime yetmez, biraz daha aç'' diyorsanız da buyrun: öyle hıpır-zıpır kovalamacaların olmadığı, kadın bedeninin metalaştırılmadığı, diğer filmlerden farklı olmak için hüpper efektlerin kullanılmadığı filmlerden The Secret in Their Eyes (Stadyum olayı var ama demek istediğimi anladınız siz). Bu popülist enstrumentalleri kullanmamakla kalmayıp, üstüne tutku, intikam, adalet, aşk, pişmanlık, gerilim, dostluk, fedakarlık gibi -derinliği herkesçe(!) malum- öğelerle bezenmiş güzel bir kurguya sahip olması da, filmin -nazarımda- dinginlik payesini neden hak ettiğini açıklıyor sanırım.

Aslında filmi uzun süredir izlemeyi düşünüyordum. Fakat Akademi'den En İyi Yabancı Film Ödülü'nü alınca filmden soğumuştum. The Hurt Locker'i hala izlemedim ama ortak kanıya göre En İyi Film Ödülü dalında işledikleri cürümü, bu filmle telafi etmeye çalışmışlar sanırım. Akademi'yi bu sefer içten tebrik ediyorum. Tabii bunu derken The White Ribbon'u da izlemediğimi söylemeliyim, yarın öbür gün onu da izleyip sövmeyim durduk yere :)

Filmi izlerken sanırım herkes farkına varacaktır, filmin romandan uyarlanma olduğunu. İzlerken, bu durumdan haberim olmamasına rağmen ''film bitse de kitabı sipariş versem'' deyip durdum. Tabii böyle düşünmeme filmde abartıya kaçmadan değinilen politik alt metnin çok büyük katkısı var. Ülke Arjantin olunca, bu tür politik göndermeler ayrı bir tat bırakıyor Türk izleyicisinin damağında. Aslında politik gönderme diye bahsettiğim durum öyle pek de gönderme tabiriyle karşılanacak bir şey değil. Zira filmin ana damarlarından biri dememek için zor tutuyorum kendimi. Ama bu sefer de filmin hasbehas aşk filmi olmasını gölgelerim diye gönderme demek zorunda hissediyorum. Bir dakika sanırım buldum. Güçlü gönderme diyelim olsun bitsin :)

Kitap konusuna dönersek, dediğim gibi çok belli filmin kitaptan uyarlama olduğu. İzler izlemez baktım kitaba, tabii yazarına da. Karşıma Eduardo Sacheri diye bir abi çıktı. Biraz daha bakınırken gördüm ki, bu filmi de yöneten Campanella'yla Metegol isminde bir film çekiyorlar. Tabii aldılar oscarın tadını...

Filmi listeme alma sebeplerimden biri de Campanella'ydı bu arada. Onu da -diğerleri gibi- House MD'de yönetmen koltuğuna oturduğundan beri takip ediyorum. Filme gerçekten başka bir ruh katmış. Kamerayı bu kadar iyi kullanan yönetmenlerin, daha fazla yüksek bütçeli filmler çekmesi lazım. Bu güzel film sadece 2 milyon dolara çekilmiş. Burada kameraya dönüp Hollywood'a hodri meydan çekiyorum: hadi bu filmin de çakmasını çeksene. Çeksene çeksene...

Bu kadar yazdık ama siz yine de öyle mükemmel bir şey beklemeyin. Sonra ''vayy efendim bu muydu'' demeyin. Durduk yere elitist kesilip ''sinemadan anlamıyorsunuz yaff siz'' dedirtmeyin insana :)

8 / 10
Devamını Oku

7 Aralık 2010 Salı

The Ghost Writer (2010) - Bilirsen Ölürsün!!!


Son zamanlarda izlediğim fimlerde hep yanlış tercihler yaptım. İzledikten sonra hiçbiri hakkında en ufak bir şey bile yazmak istemedim. Baktım olacak gibi değil kenara kaldırdığım izleme listemi gündemime aldım ve ne oldu dersiniz; dakika bir gol bir.

Filmin ismi bir hayli dikkat çekici benim için. Biliyorsunuzdur birçok yazı, aslında yazmayanlar tarafından sahiplenilir bu garip dünyada. Amerikan Başkanı bir konuşma yapar, herkes ''vayy beaa, adama bak ne konuştu ama'' der. Halbuki o sadece iyi bir hatiptir. Dünyayı tanıyan, kalemi çok güçlü bir yazar tarafından yazılmış konuşma metnini yalayıp yutmuş bir öğrencidir sadece.

Dünyanın adaletsizliğine çok güzel bir örnektir aslında gölge yazarlık. Yapan-eden-üreten değil de onu cilalayıp-satan kapar tüm alkışı-geliri-vesaireyi. İsimsiz kahramandırlar bir bakıma bunlar. Nasıl içlerine sindiriyorlarsa artık böyle bir şeyi..?

Filmin ana teması çok güçlü olmasına rağmen garip bir eksiklik var filmde ama şahsen bu eksikliği bulabilmiş değilim. Var, hissediyorsunuz ama nedir bilmiyorsunuz. Bu bakımdan filmin ismiyle güzel bir uyuma sahip gibi bu eksiklik, tıpkı filmde bilinçli yapıldığı belli olan yazarın isimsizliği gibi: ''bir yazar var adı nedir bilinmiyor.''

Öncelikle uyarmış olayım, eğer politik filmlerden hoşlanmıyorsanız sevmeyeceğinize garanti verebilirim. Filmin politik-gerilim olması yetmezmiş gibi, üstüne çok ağır işleyen bir tempoya sahip olması türle arası iyi olmayan izleyiciyi tamamen dışlayan bir atmosfer oluşturmasını sağlamış. Bunun yanı sıra politik filmlerden hoşlanıyorsanız, Alfred Hitchcock filmleri hastasıysanız, dünyayla ilgili az bir şey bilip her şeyi bildiğinizi sanıyorsanız, en ufak siyasi bilgi kırıntısına dünyanın politik sırrının anahtarı muamelesi yapabilecek kişilikteyseniz bu film tam sizlik. (Bunlar iyi özellikler, en azından hiçyoktan iyi özellikler diyelim :))

Film ağır... Karanlık, yağmur ve korku filmlerinden fırlamış otel gibi politik-gerilimin özevlat temalarını da bünyesinde harmanlayarak iyice ağırlaşmış hem de. Film başlar başlamaz, ''ahanda şimdi bir şey olacak, dur dur şimdi olacak, yok dur bu sahne hele bir geçsin ondan sonra olacak'' imajını gayet ustalıkla veren müzikler filmi ayakta tutan neredeyse tek öğe. Anlayacağınız, bu müzikler de olmasa 128 dk bitmeyecek.

Şimdi ''kardeş filmi övüyor musun yeriyor musun, karar ver hele'' diyebilirsiniz. Net bir şey söylemek gerekirse tam benlik bir film. Yaşattığı ''dünyayı kim yönetiyor'' paranoyası bile yeterli filmi izlemek için. Tabii Roman Polasnki çekmiş, Robert Harris'in kitabından uyarlanmış gibi ufak(!) ayrıntıları söylemiyorum bile. Bu arada Robert'ın Pompeii'sinden sonra okuyacak bir kitap daha çıktı bana :)

Hadi bir zahmet oyunculara da değinmiş olalım. Filmi izleyenler belki ''yavv tamam iyi hoş da bu filme bir insan evladı nasıl olur da 35 milyon dolar harcayabilir'' demiş olabilir. Cevap veriyorum, oyuncular yüzünden. Ufak bir Samanyolu gibi filmin castı. Bugüne kadar hiç sevmememe rağmen bu filmle beraber hayran kaldığım Ewan McGregor, bugün ilk sezonunun son bölümü yayınlanan The Walking Dead'in hain-pis ortağı Jon Bernthal, Leverage'yle ayrı bir yere koyduğum Timothy Hutton yetmez gibi en sevdiğim Bond'um Pierce Brosnan, İngiliz aktrist deyince aklıma gelen isimlerden biri olan Olivia Williams castın ana omurgasını oluşturuyor. Bir de ustalara saygı geçidimiz mevcut: Eli Wallach. Sırf Çirkin'imizi bir kere daha görmek için bile izlenir bu film.

Bu arada listem kabarık olmasına rağmen bu filmi tercih etme sebebim, Avrupa Film Ödülleri'nde gövde gösterisi yapmış olması. Alabileceği hepitopu 9 ödül varken, sen git bunların 6'sını al. Haliyle dikkat çekiyor.

İzleyin efendim...

7 / 10
Devamını Oku

4 Aralık 2010 Cumartesi

Av Mevsimi Nasıl?


Uzun zamandır beklediğim Av Mevsimi 03 Aralık itibariyle vizyon gördü. İlk gün itibariyle gidenlerle yaptığım konuşmalar, filmle ilgili beklentilerimi düşürmeme sebep oldu. Yöneten usta, oyanayanlar usta... Böyle bir yapımın ölüsü iyidir diye düşünüyordum ama gelen ilk yorumlar pek parlak değil.

Önceden de dediğim gibi, her ne kadar aylar belki de yıllar öncesinden de bekliyor olsam, yeni filmleri vizyon gördükleri hafta izlemeyi tercih etmiyorum. Gerek salonların tıklım tıklım olması, gerekse de sinemada nasıl film izlenir bilmeyen tiplerle karşılaşma oranının yüksek olması böyle bir alışkanlık kazandırdı son zamanlarda.

Peki sizce nasıl Av Mevsimi?

Sayfanın sağındaki ankete oy verip burdan yorum yapabilirsiniz.



31:12:2010 itibariyle anket bitmiştir. Sonuçlar;
TürkTop10 listeme girdi  23---- 38.33%
Güzel ama Ustalar'a yakışmamış  20---- 33.33%
Ortalama bir Türk filmi  09---- 15.00%
Gittiğime pişmanım!  05---- 08.33%
Olmamış   03---- 05.00%
 Toplam oy:                                         60---100.00%
Devamını Oku

3 Aralık 2010 Cuma

2018 ve 2022 Dünya Kupalarının Ev Sahipleri Belli Oldu


 Uzun zamandır bu iki dünya kupasının nerede yapılacağı merak ediliyordu. 2018 için Rusya, İngiltere, İspanya-Portekiz ortaklığı ve Belçika-Hollanda ortaklığı finale kalmıştı. İngiltere uzun süre favori olarak götürmesine rağmen son günlerde ne olduysa artık, ev sahipliği Rusya'ya gitti.

Dünyanın en büyük ülkesi olması ve şuana kadar dünya kupası düzenlememiş olması dezavantaj gibi gözükse de paranın gücü ve siyasi iktidarın desteğiyle 2018'i kaptılar. Türkiye'ye yakın olması bizim açımızdan gayet güzel bir durum. Bana şimdiden ''kenara bir şeyler koymaya başlasam mı'' dedirtti bile.

2022 için ise Katar, ABD, Avustralya, Güney Kore ve Japonya kapışıyorlardı. Gülen Katar oldu.

Bu 5'liyi gören herkes önce, ''Katar'ın ne işi var yaa'' dedikten sonra ''abi para işte, bunlar alır bile'' demiştir herhalde. Ben şahsen böyle geçirmiştim içimden ama ABD varken kesinlikle şans tanımıyordum. Özellikle ekonomik krizle en çok sarsılan ülkelerin başındaki ABD, halkının gönlünü bir şekilde almak için bu gibi büyük bir organizasyonu kullanmak istemiştir. Obama'nın sonuçlara yaptığı yorum da bu hayalkırıklığını gösteriyor gibi.

Katar'ı herkes biliyordur zaten. Çöl sıcaklarıyla ünlü Arap ülkelerinden biri. Ortalama 50 derecelerde dolaşan hava sıcaklığı futbol için gayet sağlıksız. Gerçi garantisini verdiler bu sıcakları 20 derece civarına düşürecekleri hususunda ama bunun için harcanacak enerjiye kimse bir şey demiyor gördüğüm kadarıyla. Müslüman bir ülkenin bu gibi dev bir organizasyona ev sahipliği yapacak olması çok güzel bir şey ama bunlara değer mi acaba?

Fifa'nın Güney Afrika'yla başladığı dışlanmış coğrafyaları, sisteme futbolla entegre etme çabası iyice göze batmaya başladı, 2018 ve 2022 için seçtikleri evsahipleriyle. Bu kadar kör göze parmak yapılınca, zamanla eleştirilerin geleceğini tahmin etmek hiç de zor değil. Özellikle Katar konusuna büyük bir parantez açılacaktır bundan sonra. Zamanla göreceğiz...
Devamını Oku

1 Aralık 2010 Çarşamba

2011 Oscar Ödül Töreni'ni Bu İkili Sunacak


Oscar v2011.00 heyecanı sunucuları, tarihi ve kısa film adaylarının açıklanmasıyla şimdiden başladı.

Neredeyse her filmini izlemiş olmama rağmen Tristan and Isolde'yle gözümde ayrı bir yere gelen James Franco ve şuana kadar herhangi bir filmini sevdiğimi hatırlamadığım Anne Hathaway sunacaklarmış ödül törenini.

Ben her zaman komedyenlerin sunmasını istiyorum şahsen. Devamlı komedyen de olmaz tabii. Komedyenlere ara verildiği yıllarda da hep Hugh Jackman sunsun bence. Onun kadar yakışanı hatırlamıyorum oyuncular arasında.

Bekliyoruz 27 Şubatı...
Devamını Oku

28 Kasım 2010 Pazar

Ip Man 2 (2010) - Ip Man 1 - İngiltere 0


Seri filmlerle ilgili, neredeyse genel geçerliğe terfi etmiş bir argüman vardır; ilkler her zaman daha iyidir. Bazı istisnalar olsa da genel durum gerçekten de böyledir. Sanırım izleyicide sırf para için devam edildiği imajı oluşuyor ve buna tepki olarak ilk filmler gereğinden fazla yüceltiliyor. Ama Ip Man serisinin kesinlikle bu kategoride olmadığını söyleyebilirim. Bu seri bu argümanın şanlı bir neferi gibi.

Ip Man 2, ilk filmden kritik sahnelerle başlıyor. Bu haliyle tipik bir devam filmi olduğunu söylüyor bize ve böylelikle çıtayı yükseğe koyarak en büyük hatayı yapmış oluyor. O çıta ki -ilk film için değindiğim gibi- tüm farklı beklentilere karşılık verebilme başarısı; hüznün en naif haliyle vurdunun-kırdının en heyecanlısını bir potada eritmek. Ip Man'deki savaşın getirdiği sefaleti yaşayamıyoruz bu sefer. Gayet lüks bir evde yaşıyorken biranda derme çatma barınaklarda yaşayabilmeye şükrediyor halde bulamıyoruz kendimizi. İntikamımız bile reklam kokan hareketler sınıfında yer alıyor bu sefer. Bütün bu eksikleri, güzel koreograflı dövüş sahneleriyle doldurmaya çalışmak aymazlığı da filmin kendi boynuna geçirdiği ipin ilmikleri arasında yerini alıyor.

İlk filmde sayılı eleştirilerimden biri de final sahnesindeki karşılaşmanın çok kısa sürmesiydi. Sen o kadar abart kötü adamı, ustaya bir kere dokunamadan yere serilsin sonra. Olacak iş mi? Bu filmdeki final karşılaşması, onu bile aratır cinsten. Bu sefer de tam tersini yapmışlar. Hani Ip Man'in yenilmeyeceğini bilmemize rağmen bile gittigidiyor'a bağlıyoruz işi. Hem anakaraktere zarar vermiş bu durum hem de Kung Fu'ya. Sanırsın Kung Fu propagandası değil de Box propagandası yapıyor film. Tabii Box'un böyle bir filmde ne işi var, ona girmiyorum. Kung Fu'ysa filmin konusu, şahsen Box'un isminin bile geçmemesi gerektiğini düşünüyorum.

İlk film için yazdığım yazının başlığını Ip Man 1 - Japonya 0 koymuştum. Çok sevdiğim şeylere bu tip eleştiri babında nazar boncukları takarım. Ama bu filmde iyice azıtmışlar durumu. Komşu ülkeyi halleden Ip Man gözünü  bu sefer dünyaya dikmiş. Sıradaki filmde Türkiye'ye de haddini bildirirse Ip Man usta, şaşırmam sanırım. Film tamamen Çin milliyetçiliğine dönmüş. ''İşgal dönemi anlatılıyor, herhalde milliyetçilik olacak'' da diyebilirdim buna ama çok göze batıyor. İşlenmesi çok basit olmuş. O kadar barbarlar ki filmdeki İngilizler, insan olup olmadıklarını sorgular halde buluyorsunuz kendinizi. Dublajlarını bile Çinlilerin seslendirdiklerini düşünüyorum. Öyle bir İngiliz aksanı yok.

Kalbimi çalan ilk filmden sonra aldatılmış gibi hissettim kendimi. Yoksa berbat bir film değil Ip Man 2. Hatta kesinlikle iyi bir film. Sırf ilk filmle kıyasladığım için böyle bir ifade çıktı ortaya. Müzikleri olsun, ilk filme yapılan atıflar olsun gayet içgıcıklayıcı noktalar mevcut filmde.

Bu arada finalde öyle bir sahne var ki, insanı dört köşe ediyor. İzlemeyenler için sürpriz olsun :)
Devamını Oku

27 Kasım 2010 Cumartesi

Ip Man (2008) - Ip Man 1 - Japonya 0


Türk gençliği olarak Asya filmleriyle bağımız çok güçlü değildir bizim. Tek bir bağlantımız vardır bu sinemayla, o da Bruce Lee'yle başlayıp Jackie Chan'le iyice parlayıp Jet Li'yle de gümbür gümbür devam eden ''dövüş filmleri''dir. Aslında bu sıralamayı genel algının böyle olması sebebiyle yazdım. Yoksa filmde de has kahramanımızı oynayan Donnie Yen varken, bu sinemanın günümüz temsilciliğini bu kadar da kolay alamaz Jet Li.

Aslında Asya filmleri deyince benim aklıma ilk olarak hüzün gelir, genel algı olan ''dövüş''ün tersine. Bunun üzerine bir çalışma var mı bilmiyorum ama genel algı gördüğüm kadarıyla böyle. Filmin başarısı da sanırım bu farklı algı ve beklentilere cevap verebiliyor olmasından kaynaklanıyor.

Ticaret yollarının göbeğinde bulunması sebebiyle halkı gayet rahat yaşayan Foshan'da geçiyor öykümüz. Hayat müreffeh olunca, yaşam mücadelesinin yerini sosyal zevkler almış haliyle şehirde. İşte böyle bir ortamda kendi halinde yaşayan Ip Man, muazzam Kung Fu yeteneğini yer yer ailesini bile ihmal edip sabah akşam yaptığı idmanlarla birleştirerek, o ana kadar sadece sözlü geleneklerle yaşayagelen Wing Chun'u metodsallaştırarak gününü gün ediyor.

Ama asıl konu şehir yaşantısı değil tabii. Patlayan Çin-Japon savaşı filme çok ayrı bir boyut kazandırıyor. Savaş öncesinde kendi halinde gayet sakin bir yaşantısı olan Ip Man, bu savaşla beraber neredeyse bir halk kahramanı olup çıkıyor karşımıza. Ip Man'in filme yansıtılan kişiliği, yer yer abartılan Çin milliyetçiliğini bile mazur gösterebiliyor.O derece naif bir abimiz. Ip Man'in gerçek kişiliğine de çokça atıf var filmde. Nazikliği, alçak gönüllüğü, zenginken savaşla beraber fakirleşmesi hatta ufak da olsa gırtlak kanserinden ölmesi bile anımsatılmış.

Film her yönüyle güzel de beni vuran iki önemli özelliği var filmin. İlki kesinlikle ama kesinlikle iade-i itibar formatında olması.  Kaynaklar her zaman daha anlamlıdır ve daha değerlidir benim gözümde. Yani Aristo bilişsel dünyayı ne kadar geliştirmiş olsa da, Sokrates ve Platon'un katkıları altında her zaman ezilecektir. Bu garip belki de alakasız örneği Bruce Lee için veriyorum. Bu müthiş dövüşçünün ustasını bir filmle tanımamalıydı dünya. Bruce Lee çıkar çıkmaz kendisinden önce ustasının ismi yayılmalıydı dünyaya. Belki biraz romantik bir yaklaşım bu ama böyle olmalı bence. İşte bu gecikmiş saygıyı yerine getirmesi benim için filmin en önemli noktasıdır. İkincisi ise müzikleri. Bir filmde en dikkat ettiğim noktalardan biri de müzikleridir. Hikayenin ruhuna birebir uyan mükemmel epik müziklere sahip film.

Film bu kadar güzel olunca haliyle arz-talep doğrultusunda 2. ve 3. filmler de geldi. Ama onları henüz izlemedim. Aslında bu filmi de kalan filmleri izlemeye niyet edince şöyle bir daha hatırlamak için izledim. Ama asıl derdim devam filmleri değil bu arada, önce 2010'da gösterileceği duyurulan şimdiyse 2012'ye ertelenmiş olan The Grand Master filmi. İsmini Ip Man'in lakabından alan bu yapımın kadrosu bile heyecanlandırmaya yetiyor insanı. ''Donnie Yen'den daha iyi kim oynar Ip Man'i'' deseler kesinlikle Tony Leung derdim, tabii Chiu Wai olanını. İsme yabancı olanlar Red Cliff'teki başrolden tanıyacaklardır. Ip Man'in dinginliğini, üstüne en güzel o sindirebilir gibime geliyor. Daha fazla ertelenmese bari.

Bu güzel filmi izlemeyenlere şöyle afili bir selam çakıp huzurlu(!) yatağımın yolunu tutayım ben. Zira 40 saati aştı son kalkıştan. Diğer yazılara nazaran yavan olduğunun farkındayım ama idare ediverin bu seferlik :)
Devamını Oku

25 Kasım 2010 Perşembe

Batman: The Dark Knight (2008) - Why So Serious!?


İzlediğim filmleri genelde tekrar izlemeyen biri olarak Batman Begins'i geçenlerde bir kere daha izleyip üzerine bir şeyler yazmıştım. Üçüncü kez izlediğim ilk film olmuştu böylelikle Batman Begins. Onun verdiği gazla ve The Dark Knight'ın güzel asistiyle ikinci 3'lüğümü atmış bulunuyorum şimdi. Sanırım film tekrarlamak sandığım kadar kötü bir şey değilmiş.

O yazıda da bahsetmiştim, Batman farklıdır. Superman gibi uçamaz, gözlerinden garip ışınlar saçamaz. Hulk gibi hayvani bir güçle düşmanlarını ezemez. Wolverine gibi ölümcül yaralar aldığında tekrardan iyileşemez. Diğer bilumum süper kahramanlar gibi, suçlulara karşı koyarken iç saha avantajını bilim-kurgu çimleriyle döşenmiş Marvel dünyasıyla değerlendiremez... Bu sebeplerle gayet insani bir biçimde, ''vayy beaa abime bak. Hem insan hem süper kahraman heaa? Seviyorum seni Batman'' repliklerini Tarkanvari ''sen başkasın, bambaşkasınnn'' melodileriyle süsleyip Batman'i ayrı bir yere oturturuz. O yer, bizim yanımızdır. Saygındır ama bizdendir Batman. Superman gibi uçamayacağımızı bildiğimizden -3 yaşındaki çocuklar hariç- kimse Superman olmaya çalışmaz. Ama Batman'in varlığı, kötülükle başa çıkabileceğimizi fısıldar bizlere. Süper güçlerinin olmaması onu bizim idolümüz yapar.

Chistopher Nolan, Batman Begins'le Batman'in neden ortaya çıktığını, Bruce Wayne'nin nasıl bir değişim geçirdiğini gayet ustaca aktarmıştı. Bu filmden sonra ise ilk filmin, Batman'in iç dünya panaroması olduğunu bir kere daha ama bu sefer daha bir şiddetli anlıyoruz. Çünkü The Dark Knight'la beraber, durum başka bir hal almış vaziyette. İlk filmde işlenen korku ve adalet kavramlarının yerini belki de en önemli kavramımız olan etik alıyor The Dark Knight'da.

V for Vendetta yazısında insanoğlunun kaypaklığına az da olsa değinmiştim. Evet insanoğlu kaypaktır. Demokrasi havarisi kesilirken bir anda faşizmin doruklarına ışınlanabilir. Gelişmeleri kendi süzgecinde istediği gibi anlamlandırıp, gelişmeler karşısında takınacağı tutumun sonucu olan kötü şeyleri, istisna dahası gerekli müdahaleler olarak görebilir. Böyle bir kabiliyete sahibiz ne yazık ki. Bir yakınımız hapisteyken kader mahkumu kavramını sahiplenirken, hapishaneyle en ufak ilişkimiz yokken yoldan sapmış zorba olabilir gözümüzde, o potansiyel kader mahkumları. Bu hep böyledir ve hiçbir zaman düzelmeyecektir. İdeal yönetim biçimi sırf bu sebeple imkansızdır. Bu sebeplerle dişlilerinin insanlar olduğu bir çark, ilelebet dönmemekle lanetlenmiştir benim gözümde. İşte film bu derin yaraya dokunuyor, ruhuna işlemiş ikiyüzlülüğüyle.

Hollywood'a hepimiz vururuz. Yok şöyledir, yok böyledir diyerek. Tamamen doğru olmasa da hepten de yanlış değildir bu. Amerikan halkının varoluşuyla doğru orantılı bir toplum mühendisliği illa ki vardır dünyada, özellikle de Amerika'da. En başta var oldukları gibi gelişimleri de hep bir sentetizm kokar bu halkın. Resmen ruhsuzdurlar. Resmen diyorum, çünkü gerçekten bir millet olarak gitmemişlerdir yeni kıtaya. Bu ruhsuzluklarına, bu tarihsizliklerine-geçmişsizliklerine rağmen aşırı bir milletçiliğe sahiptirler ama. Bu durum bile Amerikan halkının nasıl bir mühendislik harikası olduğunu gözler önüne serer. Günümüzde en işlevsel kullanılan toplum mühendisliği silahı da -haliyle- Hollywood özelinde sinemayken, Hollywood'a bu denli kolay sallamamak elde olmayabiliyor çoğu zaman.

The Dark Knight'a bu sinemanın bir temsilcisi demek benim haddim değil, kimsenin olmadığı gibi. Ama bu belirttiğim sinemayla az da olsa kesinlikle aynı rotada buluşan sekansları mevcut filmin; Çin malına yapılan vurgular, elini-kolunu-pelerinini sallayıp koskoca Çin'den adam almalar, Roma tarihiyle bezenmiş demokrasi için özgürlükten vazgeçilmesi gerekliliği üzerine atılan nutuklar, özel hayattan önemsiz bir şeymiş gibi bahsedilen sahneler...

Film, Batman gibi hakkında sürüyle yapım yayınlanmış bir karaktere sahne sahipliği yapınca ister istemez diğer yapımlarla karşılaştırmak zorunlu hale geliyor. Aslında hepsiyle ayrı ayrı karşılaştırma yapmak biraz abes. Zira Tim Burton gibi bir usta varsa rakipler arasında, diğer rakipleri işin içine karıştırmak kanımca biraz saygısızlık olacaktır. Aslında bu girişten sonra ''madem Tim Burton bu denli saygın birisi, ne diye Nolan'la kıyaslama yapıyorsun ki kardeşim'' denilebilir kıyaslama yapanlara. Onların yerine ben cevap vereyim; ellerinde değil. Nolan öyle bir seriye başladı ki Tim Burton'u bile bazı dimağlardan silmeyi başardı. En azından bazı dimağların The Lorf Of The Batman's Directors koltuğundan diyelim. Biraz abartı gibi gelse de ben bu görüşteyim. Çizgi roman aşkı had safhada olanlar buna katılmıyorlar ama yapacak bir şey yok.

Çizgi roman hiçbir zaman çok popüler olmadı dünyada. Ama günümüzdeki kadar da silik olmamıştır sanırım. Bunun sebebi dünyamızın kirlenmesi diyebiliriz. O kadar bilgilendik o kadar kirlendik ki bu bilgi kırıntılarıyla, artık çizgi roman gibi şeyler dişimizin kovuğuna bile yetmez hale geldi. Sanırım bu sebeple çizgi romandan bir hayli uzak yansıttı Batman'i, Christopher Nolan. Bence iyi de etti. Bu hali bile aşırı karanlıkken Gotham'ın, orijinaline dayanabilir miydim bilmiyorum.

Bundan başka, karşılaştırma deyince akla hemen Joker efsanesi geliyor. Tabii Joker'in haddizatında Jack Nicholson ve Jack Nicholson'un efsane performansını bence biraz da trajik ölümüyle silen -tamam hadi bazılarına göre sarsan- Heath Ledger. Performans konusunda çok fazla polemiğe gerek yok aslında. Herkes safını zaten belirlemiştir ama yeri gelmişken Nolan'a sayılı eleştirilerimden birini daha yapmam lazım. Abicim hem bu kadar etkileyici hem de bu kadar boş bir karakter nasıl yapabiliyorsun yavvv? Adamın geçmişiyle ilgili bir şey öğrenemiyoruz filmde. Buna rağmen Batman'i bile silen bir karakter olmayı başarıyor nasıl oluyorsa.

Aslında karakter analizine girmek çok sakat bu filmde. Bu kadar çok karakter nasıl oluyor da işlenebiliyor şaşırmamak elde değil. Batman'i var, Joker'i var araya bir de Harvey Dent sıkıştırılmış. Böyle sıkıştırılmaya can kurban aslında. Film de bu karakterlerin bayrak yarışı gibi. Birisinin bıraktığı yerden diğeri alıyor olayı. Karakter vurguları çok sağlamdı bana kalırsa Dent'in. Özellikle lakabına yaraşır hale gelmesi ve madeni parası çok güzel işlenmiş.

''Bazen gerçek, yeterince iyi değildir'', ''bazen insanlar, inançlarının ödülünü alır'' ''-neden kaçıyor baba? -çünkü kovalamamız gerekiyor'' gibi repliklerle, bomba replik geleneğimiz bu filmde de devam ediyor. Repliklere değinmemek istiyorum aslında. Zira yazı uzamasın fazla. Siz bakıverin izlerken :) Ama müzikleri geçemeyeceğim. The Prestige'yle beraber Nolan, filmlerinin efsane özellikleri arasına müzikleri de ekledi. O nasıl bir duygu vermektir, o nasıl bir gerim gerim germektir. Sanırsın film izlemiyoruz, balad konseri dinliyoruz. Çok sevdiğim, hatta şah-ı soundtracker payesi verdiğim Hanz Zimmer'ın yanına Blood Diamond ve diğer birkaç filmdeki performansıyla başka bir yere koyduğum James Newton Howard eklenince yeme de yanında yat durumu oluşmuş. Sırf müzikleri için bile izlenir film, o derece yani. Oyuncuları pas geçiyorum. Zira değinince daha da uzayacak :) İsteyenler Batman Begins'e bakabilir.

Özellikle değinmek istediğim noktalar var filmle ilgili. Henüz ismini koymadığım bir tarzı var Nolan'ın. Bir resim gösteriyor filmde, diğer sahnelerle alakası olan ve anında ''offf bea'' repliğiyle başlayan derin bir saygı duyma ritüeline giriştiriyor sizi. Inception'la daha da bir abarttı ama bu durum her filminde var şerefin. Şuana kadar bahsedildiğine hiç denk gelmediğim birkaç sahne var bu filmde de. Özellikle filmin sonundaki o ihtişamlı fedakarlık destanının yazıldığı tiradın akmasıyla beliren Alfred'in ilgili notu saklama ve Fox'un istifa kisvesi altında şirketin demirbaşı olduğunun ispatı sahneleri... ''Ne var ki'' diyen arkadaşlara daha içten bakmalarını tavsiye ederim o sahnelere.

Sonuç olarak ''yok böyle film''gillerden The Dark Knight. Bittiğinde yutkunmanız gerekirken, nefesinizin kesildiğini fark edip rahatça yutkunamayacağınız süper ötesi bir film. Hala izlemediyseniz de, e bi zahmet artık...
Devamını Oku

24 Kasım 2010 Çarşamba

The Big C - 13 Bölüm Kime Yeter!!?


Sezon başında tanıtım yazısını da yazdığım The Big C'nin ilk sezonu bitti...

Yeni dizilere başlarken illa bir ürkeklik oluyor insanda. ''Ya reyting canavarına kurban giderse'', ''ya konuyu abuk sabuk biçimce ele alırlarsa'', ''ya sezon ortalarına doğru ellerine yüzlerine bulaştırırlarsa'' gibi birçok şüphe peydah olur, ilgili diziye başlama arefesinde. Haliyle çok ümitli bile olsanız bazı dizilerden, yine de dereyi görmeden paçaları sıvamayalım mantığına bürünürsünüz.

Bu sene seçtiğim aksiyonu ve bilim-kurgusu bol dizilerin arasına şöyle en softundan bir şeyler de eklemeyi düşünmüştüm. ''Aman şurasını kaçırma, aman burasını affetme, sezon ortasında lazım olur bak'' dedirtmeyecek, kafa yormayacak bir şey. İmdadıma The Big C yetişti. İşinde gücünde yaşayan kenar mahalle insanları... Sorunlu öğrenciler... Asi evlatlar... Bunların üstüne bir de ajitasyonun dibine vurmak üzere hazırda bekletilen ölümcül hastalık silahı...

Neyse fazla lafa gerek yok. İlk bölümden itibaren bütün bu resim bir anda değişmeye başladı. O kadar değişti ki tanıtım yazısında kullandığım ''Haddini Bilen Sevimli Dizi'' ibaresinden bile pişman oldum. Gerçi o başlığı her gördüğümde bir kere daha seviniyorum şimdilerde. ''Hiç yoktan süper bir dizi daha nasıl kazanılır''ı çok güzel anımsatıyor :)

Diziye iyice bağlandıktan sonra daha da gürleştirmiştim ''yav 13 bölüm olur mu bu dizinin bir sezonu'' repliklerini ama şimdi daha bir gür söylüyorum. O kadar içi boş dizi 23-24 bölümleri görürken bu tür diziler nasıl 13'te kalırlar cidden inanması zor. Bari yeni sezon yaza kalmasa. Beklemekten kanser olmayalım durduk yere. (kötü espri biliyorum :P)

Özellikle 12. bölümü bir kenara not etmenizi tavsiye ederek izlemenizi -bir kere daha- şiddetle tavsiye ediyorum.
Devamını Oku

21 Kasım 2010 Pazar

Fifa: 2010 Yılının En Güzel Golü???


Bu hafta itibariyle Fifa'nın bu seneki en güzel gol yarışması resmen başlamış bulunuyor.

Hep 'biz Türk'ler tarihten ders almayız abi' derdik ama belli ki yalnız değilmişiz bu konuda. Time dergisinin 'Yüzyılın İnsanları' anketinin liderler bölümünde olayı birazcık abartarak ilk üçe Atatürk-Mustafa Kemal-Mustafa Kemal Atatürk isimlerini yerleştirmiştik. Oylar geçersiz sayılmıştı tabii ki bu sonuçtan sonra :D

Bu durumdan ders almadıklarını, 2010 için düzenlenen 'Yılın İnsanı' anketinde Recep Tayyip Erdoğan'ı aday göstermekle ispatlamışlardı. 25 kişi arasında hızla birinciliğe yerleşmişti Tayyip Erdoğan. Bu saatten sonra da inmez sanırım. En yakın rakibine oy olarak tur bindirmiş gözüküyor. Hala oy vermek isteyenler için ilgili linke buyrun.

Bunları, Fifa'nın anketinde Hamit'in Türkiye milli takımıyla attığı golün de adaylar arasında olması sebebiyle hatırlattım :) Sonucu herkes tahmin ediyordur sanırım. Büyük ihtimalle değil kesinlikle Hamit birinci çıkacaktır anketten. İzlemek ve oy vermek isteyenler için linke buyrun.

Diğer adaylara bakacak olursak. Çok güzel goller mevcut;
1-Hamit Altıntop: Hepimiz zaten biliyoruz bu golü. Kornerden gelen topa, ceza sahası çizgisinin hemen dışından gelişine vurulan mükemmel bir şut ve neticesinde çok güzel bir gol.
2-Matthew Burrows: Tamam genelde gollerin çoğu şansa atılır ama bu gol harbiden balık. Kanattan yapılan ortaya topuk vole...
3-Linus Halleniu: Van Basten desem, aklınıza ne gelir? 'Tabii ki 88 Avrupa Kupası'nda Soyvetler'e attığı o mükemmel gol' diyenleri duyuyorum. Evet o  golün familyasından işte bu. Ama bana kalırsa daha güzel. Bunda adam geçmek de var...
4-Lionel Messi: Klasik Messi golü. Bence bu tür goller artık aday olmamalı. Bir insanın yolda yürümesi ne ise Messi'nin bu tür goller atması da aynı şey benim gözümde :D
5-Samir Nasri: Kanatta kendi çapında takılırken bir anda içeri girip şık bir gol atıyor Nasri. Adam geçmek, sizin için önemliyse gollere güzellik atfetmekte, bu gol size bir hayli şuh bakışlar fırlatacaktır :)
6-Neymar: Akmalı-atmalı gollerden. 'Şimşek hızıyla ceza sahasında beliren bir cismin topla fileleri buluşturması sendromu' şeklinde tanımlayabiliriz :)
7-Arjen Robben: Bu adama geniş alanda yakalanırsanız atfetmez abi. Akıyor, geçiyor, atıyor...
8-Siphiwe Tshabalala: Dünya kupasını izlerken canlı canlı görmüştüm bu golü ve aklıma hiç gelmemişti bu tip bir ankete aday olabileceği. Bana göre en zayıf adaylardan.
9-Giovanni Van Bronckhorst: Dünya kupasını izlerken bunu da canlı görmüştüm. Diğer denk geldiğim golün aksine bunun adaylıktan öteye bu tür bir anketi direkt kazanacağını söylediğimi hatırlıyorum. Hagi'nin Monaco'ya attığı golün 2010 versiyonu diyebiliriz. Ama spiker bu sefer 'Van Bronckhorst, Van Bronckhorst, Van Bronckhorst ...... Van Bronckhorst' dememişti :D
10-Kumi Yokoyama: Vee güzel bir sürpriz. İsmini duyduğumda 'Fifa, bayan futbolunun ismi duyulsun diye eklemiştir kesin' demiştim. İzledikten sonra hafif bir duraksadım. Abla atmış valla. O nasıl gol abi? Bildiğin bayan Maradona :)

Tüm bunlardan sonra 2-3 adayın arasında çekişme yaşanacağını düşünüyorum. Ama Hamit şimdiden tebrikleri kabul etmeye başlasın derim :D

Not: Yukarıdaki resim temsili bir 'mükemmel şut'. Sonra 'vayy efendim bu şeyin(!) ne alakası var konuyla' demeyin :D
Devamını Oku

18 Kasım 2010 Perşembe

V for Vendetta (2005) - ....V....aybe!!!


Efendim... Devletlerin ortaya çıkışları ve devamlılıkları konusunda hep bir düşünce halindeyimdir. ''Neden çıkmışlardır? Çıkmasalardı olmaz mıydı? Tamam bir şekilde çıkmışlar madem, ortadan kaldırsak olmaz mı?'' gibi sorularla bu düşünüşü sürekli hale getirmeme rağmen genelde ortaya bir şey çıkmaz. Bu sonuçsuzluğu da her zaman insan doğasının kaypaklığına veririm. Uzun uzadıya sizinle paylaşacak değilim, bu göz nuru alın teri çıkarımlarımı :) Sonuç olarak bu kaypaklığı da, kavramsal olarak, özgürlük ve güvenlik ikilisine dayandıraraktan ortaya güzel bir analiz koyduğumu zannederim.

Her insanın geçmesi gereken bu sorgulama evresine kapı aralaması ve hukuk-adalet, korku-inanç, özgürlük-güvenlik gibi birbirlerinin pekişticileriymiş gibi görünen kavramların aslında birbirlerine alternatif şeyler olduğunu gözler önüne bir kere daha sermesi nedenleriyle V for Vendetta, diğer muadilleri gibi, özel filmler arasına ismini yazdırmıştır nazarımda. ''Matrix'te varoluşla hesaplaşan Wachowski kardeşlerin, bundan sonra nasıl bir yapıma imza atmasını istersin?''deselerdi, sistemle ilgili bir şeyler yapmalarını isterdim sanırım. Bu açıdan da nazarımdaki etkisi daha da artıyor filmin.

Distopik sinemanın özelliği bu. İnsanı alıyor ve derin bir tahayyül cenderesine atıp bir süre orda hapsediyor. Eğer ''distopiğim broo, herhalde kasacam, herhalde anlaşılmazı oynayacam'' tripleriyle takılmayan birileri üstlenmişse bu tür projeleri, bu filmde olduğu gibi, tadından da yenmiyor hani. Atıflar bile yeterli filmin efsane olması için. Her izleyen Sutler'ın Hitler olduğunu anlar herhalde. Tabii bu kadar değil. Fight Club'ın sistem eleştirisinden 1984'ün neredeyse birebir alıntılanan karakter evrilimine kadar bir çok detay sizi itinayla haz manyağı yapıyor.

''Kim olduğun, ne yaptığının yanında önemsizdir'' gibi inanılmaz bir replik sayesinde takıntılı olduğum amel-niyet ikilemine bu filmde de rastlıyoruz, tıpkı Batman Begins gibi. Ona da bir bakmanızı tavsiye ederim bu arada. Mükemmel denilebilecek replikler bu kadar değil tabii. Film üst düzey diyaloglar geçidi gibi. Hepsini alıntılamak, tüm senaryoyu alıntılamakla neredeyse eşit uğraş isteyecektir. Onun için bunu istemeden de olsa gözardı ediyorum.

Filmimizin ismi de çok orjinal. Atıf mekanizmasının en sık kullanıldığı nokta burası sanıyorum filmde. Şahsen bu tür durumlarda sözkonusu orjinalliği her detayda aramak gibi, her detayı sözkonusu orjinalliğe yormak gibi garip bir alışkanlığım vardır. Abimizin geçmişindeki hücre numarasının Roma rakamıyla 5 (V) olması, geçmişinin intikamını (Vendetta) almak istiyor olması, abimizin 'ideal insanı' olmasını sağlayan yan hücre arkadaşının Valerie ismine sahip olması, ''Vi Veri Veniversum Vivus Vici (Yaşarken gerçeğin gücü sayesinde evreni fethettim)'' sözünün filmde çok şey anlatıyor olması, abimizin kuru bir intikam peşinde koşmaktansa insanlara umut verici bir şeyler yapmanın daha mantıklı olduğunu anlamasını sağlayan Evey'e E-Vey diye seslenmesi vs vs vs. Ama şuana kadar hiçbir yerde değinildiğini görmediğim güzel bir sahne var filmde. Valerie'nin, kızarkadaşıyla beraber ilgili durumu ailesine açıklayacak gücü kendisinde bulmasını sağlayan el tutuşma sahnesi. Göz önüne getirin. İki insan yanyana dururken el tutuşurlarsa hangi harf çıkıyor: V. V benim için budur abiler; insanları kendilerince özgür kılacak hareketi yapmasını sağlayan, insani bağlar!!!

Gerçi bizim bu tür yakıştırmalarımızı işlevsiz kılan mükemmel bir diyalog filme damgasını zaten vurmuş durumda. V'nin kendini sunma sahnesi (lütfen okuyun);
V: Voila! in View, a humble Vaudevillian Veteran, cast Vicariously as both Victim and Villain by the Vicissitudes of fate. This Visage, no mere Veneer of Vanity, is it Vestige of the Vox populi, now Vacant, Vanished. However, this Valorous Visitation of a by-gone Vexation, stands Vivified, and has Vowed to Vanquish these Venal and Virulent Vermin Vanguarding Vice and Vouchsafing the Violently Vicious and Voracious Violation of Volition. The only Verdict is Vengeance; a Vendetta, held as a Votive, not in Vain, for the Value and Veracity of such shall one day Vindicate the Vigilant and the Virtuous. Verily, this Vichyssoise of Verbiage Veers most Verbose so let me simply add that it's my Very good honor to meet you, and you may call me V.
E-Vey Hammond: Are you like a crazy person?
V: I'm quite sure they will say so.

Duyguyu vermekte güçlük yaşayan Türkçesi;
V: Voila! Görünüşte kaderin cilvesiyle hem kurbanı hem de suçluyu oynamak zorunda kalan Vasıflı bir Vodvil oyuncusuyum. Gördüğün bu çehre sadece görünüşümün gizlenmesi değil artık Var olmayan, yok olmuş halkın sesinden geriye kalan son izdir de. Ancak, bu geçmişte kalmış, rahatsızlık Veren kişi cesurca geri döndü ve kendini bu Vurguncu ve Vicdansız, aşağılık insanların öncü olduğu ahlaksızlığı, şiddet ve Vahşet kullanmaya ve irade gücünü ihlal etmeye göz yuman kişileri alt etmeye Vakfetti. Yapılacak tek doğru şey, boş yere söylenmeyen, Vaat edilmiş intikam ve kan davasıdır. Çünkü bunun değeri ve doğruluğu bir gün dürüst ve erdemli insanların doğruluğunu kanıtlayacaktır. Velhasıl, bu laf kalabalığı bir laf salatasına dönüşmeye başladı dolayısıyla, kısaca şunu söyleyeyim ki, sizinle tanışmak bir şeref ve bana V diyebilirsiniz.
E-Vey Hammond: Sen deli falan mısın?
V: Eminim onlar benim için öyle derler.

Ve-l hasıl izlemedinizse çok şey kaçırıyorsunuz. İzlemişseniz de tekrar izlemenin keyfini kaçırmayın derim!!!
Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...