25 Eylül 2010 Cumartesi

Don't Look Back (2009)


Film en az iki bağlamda ele alınabilir. İlki kesinlikle 'human mind'. Ama buna girmek için pek elverişli bir durumda değilim şuan. En azından sabah olsun, bir kendime geleyim şu uyku hali bir geçsin. İkincisi ise hayatı algılama sistemimiz. Her ikisi de filmi elle tutulur bir konuma getirdi Benim gözümde.

Derinlemesine düşünen her insan, hayatı algılamaya başladıktan sonra klasik kavram sorgusuna başlar. Önce algıladığı her şeyi sorgular; renkleri, kokuları, cisimleri ve tabii ki duyguları... Ortaya çıkan sonuçlara güvenilir ve hayata devam edilir. Bir süre sonra elde edilmiş sonuçların da sorgulanması gerektiği yönünde ufak ufak kaş-göz hareketleriyle uyarılarda bulunur hayat bize. Bazılarımız burada radikal bir karar alır ve bu sonuçları da sorgular ama bazılarımız "çok düşünme, çok düşünürsen delirirsin" diyen büyüklerinin/çevresinin bu güdük telkinine uyarak sorgu olayını bitirir. Elde ettiği sonuçlara gerçek payesini 'küstahça' verir ve hayatına devam eder. Aslında hangi davranışı tasvip ettiğim hangini tasvip etmediğim ortada. Buna rağmen insan beyninin güzelliği işte; hangi hareketin doğru olduğunu kestiremiyoruz yine de...


Film mükemmel derecede bu gel-gitleri aktarmayı başarıyor. En azından bende bu tip şeyleri canlandırdı. Hele ilk 45-50 dakikası direkt olarak bunu yaşattı. 'Sorunlu' karakterimiz adım adım çevresinde garip farklılıklar fark etmeye başlıyor. Önce oturduğu evin eşya düzeniyle ilgili sorunlar yaşıyor. Daha sonra tanıdığı insanların aslında o tanıdığı insanlar olmadığını fark etmeye başlıyor. Ve en sonunda bakıyor ki, kendisi de kendisi değil aslında. Karakterimizin mükemmel dönüşümünü izliyoruz. Tabii bu 2-3 cümleyle anlatılan 'dönüşüm' kolay olmuyor. Eğer kendinizi karakterin yerine koymayı başarıp onunla beraber yaşarsanız bu süreci, mükemmel bir deneyim edinmiş oluyorsunuz.

40'lı yaşlar arefesindeki güzel ablamız geçmişiyle ilgili bir kitap yazmak niyetindedir. Sonradan fark edeceğizdir ki, her şeyin asıl sebebi bu kitaptır. Bu kitap, problemli geçmişini biranda bilinçaltının ana gündem maddesi haline getirmiştir. Derinlerde yatan gerçek, su misali karşı konulmaz ustalıkta gün yüzüne çıkacaktır...


Karakter dizilimi, hikayenin sabit bir coğrafyada geçmemesi artı noktalarından. Özellikle Sophie Marceau ve Monica Bellucci'nin oyunculukları iyiden hallice güzele yakın. Oyunculuklarından öteye dikkatimi çeken bir nokta daha var. Dikkatimi çeken demeyebiliriz de, daha çok takdir ettiğim bir nokta. Değişen karakter sırasının castı. İlk Jeanne'ye kesinlikle Monica Bellucci gitmezdi diye düşünüyorum. Sırf bunu düşünmüş olmam bile Sophie Marceau'nın ne derece güzel bir iş çıkardığını anlatıyor sanırım. Tabii bunu demek Monica Bellucci'den bir şey götürmüyor. Aynı durum onun karakteriyle de alakalı. Hüznü bu kadar güzel sergileyen bir oyuncu daha yoktur, varsa da azdır. Yadsınamaz güzelliğinin bile önüne geçen bir hüznü var benim gözümde...

Sophie Marceau için bir iki cümle söylenmeli bu filmde. Karakterin şoku ilk yaşama anlarını çok iyi kotarmış. Keskin hatları olan suratı, o şaşkın göz mimikleriyle birleşince mükemmel bir oyun çıkmış ortaya. BraveHeart'tan beri izlememiş olabilirim şuan hatırımda yok herhangi bir filmi ama eğer izlemişsem bile bu büyük oyunculuğu kaçırmışım demektir. Bu sebeple en güzeli izlememiş olmak :)

Filmi izlerken sıkılabilirsiniz, uykunuz gelebilir. Ama dediğim gibi içine dalmayı başarırsanız tam tersi bir etki uyandırıyor. Benim gibi uykuluyken izlerken uykunuzu bile kaçırabilir. Bu konsantrasyonla başlarsanız filmin son 30-40 dakikasına daha kolay geleceğinizi düşünüyorum.

Her şeye rağmen havada kalan sorular var :) Evet sonda söyledim ne var :D

Yukarı tamamlıyoruz;

6 / 10
Devamını Oku

23 Eylül 2010 Perşembe

The EVENT (2010) - Harbiden OLAY Bir Dizi!!!


17 Mayıstı. Öğleden sonraları...
Beynimin bir köşesinde FlashForward'ın iptal konusu, diğer bir köşesinde Lost'un bitmesi, bambaşka bir köşesinde de Fringe'siz geçecek 3-4 ayın handikabı var. Bu bilinçaltıyla Uefa kupasını kutluyorum bazı arkadaşlarla. Tabii tam olarak da veremiyorum kendimi. Neyse güldük, eğlendik, 3'lüler filan çektik. Sonunda eve geldim. Tüm senenin takip edilesi yapımlarının bir bir ortadan kalkmasıyla oluşan boşluğun ittirmesiyle, biranda yeni yapım haberlerine bakınırken yakaladım kendimi.

Dikkatimi çekmeyi başaran 4 tane yapım vardı. Avatar'da kullanılan müzikle sinema filmlerininkinden farksız fragmanı, fokusun kralını yaşattırıyordu adeta. Tanıdık oyuncuları, fragmanından anlayabildiğimiz kadarıyla gizem türünün 2010 temsilcisi olacak olması ve aksiyonuyla, dikkatimi çeken diğer 3 yapımı da elinin tersiyle itmişti The EVENT.


Ve 4 aylık büyük bekleyiş 40 dk önce sona erdi. Vuslat tanımı sanırım bu gibi kavuşmalar için kullanılıyor. Her nasıl becerdiysem, anlattığım bu 4 aylık bekleyişte beklentilerimi hiç yükseltmemeyi başarabilmişim ki daha ilk açılış sahnesinde 'abi dur bi mısır filan kap gel, normal bir şey olmayacak bu' dedim. Hemen mısırımı çayımı aldım, başladım seyre.


Lost'un bitmesine takipçileri olarak bir hayli burkulmuştuk. Tamam 6 yıl zaten kanmıştık Lost'a ama 6 değil 130 yıl sürse şahsen Beni sıkmayacak bir yapımdı Lost. Ve her ne olursa olsun normal bir alışkanlıktan ayrılmak bile burkuyor insanı.Tutun ki normal bir alışkanlık değildi Lost. The EVENT'in pilot bölümünü izlerken fark ettim ki, Lost'un biteceğine üzülme nedenim, tam olarak Lost'la alakalı değilmiş. Lost'un kendi özelinin de etkisi varmış ama aslan pay, Lost'la özdeşleşen gizem ihtiyacının artık yeteri kadar karşılanmayabileceği korkusuymuş. Ve evet fark ettim ki, artık Lost'a ihtiyacım yok. Artık The EVENT'im var.

'Hacım bi sakinsene, farkındasın değil mi henüz sadece bir bölüm yayınlandı?' sorularını duyuyor gibiyim. Aslında kendi kendime de birçok defa sordum şu yazıyı yazarken. 'Acaba bu kadar acınacak durumda mıyım?' diye. 'Sadece bir bölüm bu kadar etkileyebilir mi, ya da etkilemeli mi Beni?'. Bulabildiğim cevap, 'etkiledi abi, napimm?'

Dizi genel bir değerlendirmeyle, Lost'un halefi Benim gözümde. Evet her yeni diziye 'yeni Lost mu?' diye yaklaşmak biraz sevimsiz, tıpkı Arjantinli her yeni gelecek vadeden futbolcuya 'yeni Maradona mı' diye yaklaşmak gibi ama öyle abi :) The EVENT'in de bilimle gizemi harmanlayacağını seziyorum. Benim gibi felsefeyi uzay-zaman düzleminde ele almaya çalışanların takip ettiği, teorik fiziğin popüler tüm konularının kullanılacağını düşünüyorum dizide. Özellikle son sahnedeki 'Blue Beam' sandığım teknoloji şimdiden HAARP'ı garantiledi Benim gözümde. Hayırlısı bakalım.



Dizi mükemmel bir açılış sahnesiyle başlıyor. Daha ilk saniyelerde anlıyorsunuz ki, dikkat gerektirecek bir yapımla karşı karşıyasınız. Hemen ciddi bir konsantrasyon yüklemesi yapıp, göz bebeklerinizi biraz daha büyüterek başlıyorsunuz izlemeye. İlk olarak bir karmaşanın içindeyiz, kaosun ortasında. Başkana yapılan bir saldırıyı içerden izliyoruz. Seslerdeki ve gözlerdeki o titrekimsi hal duyguyu çok güzel veriyor.

Sonra dizi birden, gizem türünün son yıllarda olmazsa olmazı haline gelen FlashBacklere giriş yapıyor. Sayısını tam olarak hatırlamıyorum ama bir hayli FlashBacke hazır olun siz şimdiden. Bu sefer klasik FlashBackten daha çok sıra dışı bir FlashBack serisiyle karşı karşıyayız, tam da Lostvari olandan. Aynı sahneyi farklı zaman ve farklı kamera açılarından yine yeniden izlemek bile süper bir duygu katıyor diziye.

Ya da neyse, devam edersem spoiler manyağı olacak yazı. En iyisi merak uyandırma işlevini yerine getirip, 'I haven't told you everything' deyip kenara çekilmek.

Luther'la '2010'un bombası' kontenjanını doldurmuştum, The EVENT'le de '2010.5'in Bombası' kontenjanını kullanıyorum :D Vatana millete hayırlı olsun şimdiden :)
Devamını Oku

Nuh Rezidansa Hoşgeldiniz!!!


İnsan,
Unutkan..
Sıkılgan..
Dahası aciz..

İnsan,
Beyninin sınırları belli olmayan..
İhtirasın doruklarını kendine mesken eden..
Tüm gezegeni emrinde oyuncak edecek kadar kudretli!!!

Çelişki gibi görünse de, olmadığını hepimiz biliyoruz. Tüm zerrelerimizle acziyetimizin farkında olmamıza rağmen, bu gerçekten olabildiğince kaçma gayretimiz bile ne kadar kudretli olduğumuzu ispatlıyor. Biliyoruz, ölümlüyüz. Fakat bunu yadsırken hiç zorlanmıyoruz. Belki de hayatı yaşanabilir kılan budur; gerçeği aklından çıkarma ama gözardı et!!!

İnsanoğlunun bu çelişkileri pratikte çok işe yarıyor aslında. Mesela bilim sırf bu yüzden varolmuş ve hergün gelişmektedir. 'Barika-i hakikat müsademe-i efkardan çıkar (gerçeğin ışığı fikirlerin çarpışmasından çıkar)' misali, insan içindeki bu iki farklı kompleksin çarpışmasıyla ortaya bilimi çıkarır. Hem ölümden korkar, hem de ölümü yenmek için çalışır. İlk yaratılıştan bugüne kadarki korkunç gelişme, bunu çokça doğruluyor.


Bu gelişimin günümüz tezahürlerinden birine denk geldim geçenlerde. 'Kıyamet Evi' tipinde bir çalışma...


Her türlü felakete karşı koymak üzere bin kişi kapasiteli bir bina tasarlanmış (tabii ki) Amerika'da. Bina 10’luk depreme, atom bombasına, 10 günlük yangına dayanıyor, sel altında 3 hafta kalabiliyormuş. Nükleer savaştan iklim değişikliğine kadar her türlü felakete dayanacak şekilde geliştirilen bina, şanslı sahiplerini dünyanın sonundan bile koruyacakmış. ABD’nin Kaliforniya eyaletinde bulunan Barstow kentinde yer altına inşa edilen ve bin kişilik kapasitesi bulunan “Terro Vivos” isimli binada uzun süre hayatta kalmayı sağlayacak her türlü ihtiyaç düşünülmüş. Felakete dayanıklı bina, 16 kilometre yakınında gerçekleşecek 50 megatonluk nükleer patlamaya, saatte 730 kilometre hızlı esen rüzgara, 10 gün boyunca 675 derece sıcaklığa çıkan yangınlara dayanıyor, sel altında üç hafta sapasağlam kalabiliyormuş. Ev 10 şiddetinde depremden de zarar görmüyormuş.

Bakalım 'nereye bu kaçış?'
Devamını Oku

19 Eylül 2010 Pazar

Sinema Fikirdir, Fikir De Paylaşılmalıdır!!!


Sevdiğim bir tabir vardır; nev-i şahsına münhasır. Günümüzde pek kullanılmıyor. Benim gibi kendini bu kelimeyle ifade edebildiğini düşünenler dışında, en çok kullanan 100 kere kullanmamıştır sanırım hayatında. Her 'azıcık ses teli enerjisiyle çok fazla düşünme enerjisi sağlayan' kavram gibi bu kavram da silinmeye yüz tuttu. Ama buna rağmen hala bu tip kavramları inadına yaşatan/yaşattıran insanlar var. Kendilerini zorla bu şekilde tanımlatırlar. Eğer farkındaysanız o kişinin nasıl bir 'farklılık eri' olduğunun, ister istemez 'mecburi gönüllü' olursunuz O'nu bu tip kavramlarla tanımlamaya. İşte bu tip insanlardandır Jean-Luc Godard.


Jean-Luc Godard 'sıradışı filmlerin sıra dışı yönetmeni' şekliyle kabaca anlatılabilir. Ama o kadar değildir,O ki,
-Filminin akan bir sahnesinde kamerayı eliyle kapatabilen,
-Materyalizmin en derinlerinde dolaşmasına rağmen Benim gibi anti-maksistleri bile etkileyebilen,
-Politikadan başka şey görmeyen bir erkekle tüm ilgi alanı popüler kültür olan bir kızın, sıra dışı aşkını senaryoya döküp çekebilecek kadar hayatın kalbine dokunabilen,
-Politika karşıtlığını, savaş karşıtlığı gibi popülist tavırlarla gizlemeyip bunu samimi yapan, 
-Konuşmalarından yakalayabileceğiniz bazı sözleriyle sinemacıdan çok filozof imajı uyandıran güzel bir abimizdir.

Bu güzel abimiz muhalif tavrını yine konuşturup, James Climent adında internetten yasadışı data indirdiği gerekçesiyle cezaya çarptırılan birinin kefalet ücreti için kampanya başlatmış, 1000 € bağışlayarak. Özgürlüğü bu derece uçlarda tanımlayan birinin var olması çok güzel. Hatta söz konusu özgürlüğün kendi çıkarına ters gelmesine aldırmadan hak mücadelesi haline getirmesi anlatılmaz güzellikte.


Sinemanın sadece görsel öğelerden oluşmadığını bilip sanat-siyaset-tarih gibi tüm kritik gelişim araçlarının, felsefik bir panaroması olduğunu kavradığından adım gibi emin olduğum Godard'dan da bu beklenebilir.

Bu adamı seviyorum ya :)
Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...