12 Şubat 2011 Cumartesi

Karayip Korsanları 4 - Sparow Bu Sefer Ab-ı Hayat Peşinde


Bir itirafla başlıyım, başladığında hiç sevmemiştim bu seriyi. Tabii izlemeden! İkinci film çıktıktan sonra, bir şekilde izlemek zorunda kaldım ve inanılmaz gülmüştüm. Burada kendi adıma bir ironi var aslında. Daha sonradan her üç filmi de izleyince, seriyi sevme nedenim olan ikinci film en sevmediğim halka oldu. Özellikle ilk filmin bazı sahneleri hala çıkmıyor aklımdan. İlk girişteki limana ayak basış sahnesi olsun, sonrasında Sparow'un ufacık limanda koca bölükle köşe kapmaca oynaması olsun...

İkinci filmin dvdsi çıktığında üçüncü film çoktan vizyona girmişti. Tabii hemen sinemaya koştum. Aslında bu tür filmlerin devam filmleri genelde pek hayırlı sonuçlar vermez. Onun için üçüncü filmden fazla da ümidim yoktu lakin beklentilerimin çok üstünde çıktı. Hele hele filmin sonu, o zamana kadar gördüğüm en iyi sonlardan biriydi.

Bu güzel üçüncü filmden sonra, serinin devam edeceğinin haberlerinin gelmesi de fazla sürmedi tabii. Film hala vizyondayken dördüncü film, konusuna kadar belliydi. Tek sıkıntı vardı, Keira Knightley ve Orlando Bloom olmayacaklardı. Zamanla düzeltirler aralarını dedim ama düzeltememişler demekki yeni başrollerimiz değişmiş bu filmde. Keira Knightley'nin yerine Penelope Cruz gelmiş. Bence olmamış ama seri devam etsin de olsun varsın diyelim geçelim :) Tabii Ian McShane'nin varlığı da etkili bu kabullenmekte. En sevdiğim aktörlerden biridir kendileri. Özellikle son zamanlar rol aldığı The Pillars Of The Earth adlı mini diziyi kaçırmayın. Daha önceden izleyip bir de yazı yazmıştım, fikir edinmek isteyenler bakabilir.

Bu serinin benim için olmazsa olmazı, kesinlikle o muhteşem müziği. Her üç filmin de soundtrack albümlerini arka arkaya dinlemek gibisi yoktur. Yapın bak, pişman olmayacaksınız :)

Bu arada seri gümbür gümbür devam edecek. 2011 Mayıs'ta vizyona girecek bu filmden sonra 2013 ve 2014'te serinin beşinci ve altıncı filmleri geliyor. Jack Sparow olsun da :)

İşte ilk fragman
Devamını Oku

11 Şubat 2011 Cuma

En Çok Bilet Satan 6. Ülkeyiz


Avrupa Konseyi Görsel ve İşitsel Yayımlar Gözlemevi geçen senenin sinema hasılat panoraması üzerine bir çalışma yapmış. Çalışmaya göre 2010 yılında tüm Avrupa'da 1 milyar 196 milyon 600 bin adet sinema bileti satılmış. En fazla sinema bileti satılan ülkeler sırasıyla Fransa (206,5 milyon), İngiltere (169,2 milyon), Rusya (165,5 milyon), Almanya (126,6 milyon), İtalya (123,4 milyon) ve Türkiye (41,1 milyon).

Bizim açımızdan bence kesinlikle büyük başarı. Sinema biletlerinin bu denli yüksek olduğu bir ülkede 365 günde toplam 41 milyon bilet satmak büyük iş. Dahası her sene de yükselen bir trende sahibiz. Mesela geçen sene 36,9 milyon adet sinema bileti satılmıştı. Bilet satışlarındaki yükseliş toplam hasılatla da doğru orantılı gözüküyor. 2009'da elde edilen 308,2 milyon Türk lirası, 2010'da 380 milyon 200 bin Türk Lirasına yükselmiş.

6. gibi gözüküyoruz ama tabii işlevsellik açısından durum bundan biraz daha farklı. Bu satılan biletlerin toplam nüfuslara oranı göz önüne alındığında 6. lık hayal gibi gözüküyor. Burada da kendime muhalefet edeyim. Nüfusun bilet satışına oranı şeklinde düşündüğümüzde kaybettiğimiz 6. lığı, kişi başına düşen milli gelirlerin biletler üzerine oranını hesapladığımızda fazlasıyla geri alıyoruz. Sorun yok yani :D

Bir de uzun yıllardır milli filmleri daha fazla izleme oranımız, diğer Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında daha da belirgin hale gelmiş. Ülkemizde milli filmleri izleme oranı 52.9 iken, bu dalda bize en yakın ülke 35.5 oranıyla Fransa. Burdaki 1. lik güzel de, en fazla izlenmiş filmi Recep İvedik olan bir ülkeyiz hala. Onu bi düzeltemedik hala.

İnternet üzerinden bu denli film indirme varken, dahası son yıllarda kaliteli filmlerin eskiye nazaran daha az çıkıyor olması bu rakamları daha saygın bir yere getiriyor. Daha artsın diyelim, ne yapalım :)
Devamını Oku

10 Şubat 2011 Perşembe

Prensesin Uykusu - Altyazı Aktivitesi


Çağan Irmak'ın bu yeni filmine işitme engeli olan arkadaşlarımız için altyazı hazırlıyoruz. 7 kişiyiz, en yakın zamanda biter diye umuyorum.

Bu vesileyle ''engelli(!) insanları görmezden gelen bir toplum olmaktan, ne zaman vazgeçeceğiz?'' demiş olayım...
Devamını Oku

9 Şubat 2011 Çarşamba

Terra Nova - Steven Speilberg'in Dinazor Fantezisi İş Başında


Geçen sene sanıyorum ocak-şubat gibiydi, Steven Spielberg isminin kanatları altında yeni bir dizi haberi duyurulmuştu; Terra Nova. İlk duyumlar uçuk kaçık dizilerden biri olacağı yönündeydi. Bilim-kurgu dizilerinin de tamamiyle yok olmaya yüz tutması, heyecanlanmamızı olabildiğince kolaylaştırmıştı.

Süreç içinde proje şekillenmeye başladı. Konu, oyuncular, prodüksiyon, kamera arkası derken ilk resimler bile düştü. Post atarım diyordum ama nedense aklımdan çıkmış. Sanırım filmlere kaptırınca diğer konular biraz aksadı :)

Yapımla ilgili iki-üç fısıltı da söylemiş olayım. Öncelikle dizi çok pahalıya mal oluyor. Pilot bölümü bile 20 milyon dolara patlamış. Diğer bölümler 4-5 milyon dolar civarına tekabül edecekmiş. Bu yönüyle ciddi anlamda kırılmaz denen maliyet rekorlarını kolaylıkla kırmışa benziyor. Bu arada dizi 2011-2012 sezonunda, pilot bölümü ise 2011 Mayıs'ında yayınlanacak.

Proje başında Steven Spielberg, reji koltuğunda Fringe'den tanıdığımız Alex Graves'le beraber, insanlığı kurtarmak için 150 milyon geriye gidip dinazorlarla aşık atacağımız dizinin ilk teaseri de yayınlandı. Gerek Stephen Lang'in konuşma yapıyor olması olsun, gerek Avatar'daki Pandora vurgusunu andıran Terra Nova vurgusu olsun bana bayağı bayağı Avatar'ı anımsattı bu 30 saniye. Karakterler de belli ama daha fazla uzatmaya gerek duymuyorum, işte ilk tesaer;

Devamını Oku

8 Şubat 2011 Salı

The Lives of Others (2006) - Hayır, Bu Benim İçin!!!


Yaşadığımız sistemde her şeyin bir laneti(!) var. Sadece açlık-fakirlik gibi yoksunluk belirten kavramlarla cahillik-canilik gibi en basitiyle kötü kelimesiyle ifade edilebilecek ''şey''lerden bahsetmiyorum. Tamamiyle her durumun illa bi laneti var. Bu varsayımın sinemaya izdüşümü de duyarsızlık dolaylarından bir duygu.

Sinemayla ilişkiniz arttıkça zevk aldığınız filmlerin sayılarında gözle görülen, kulakla duyulan hatta ve hatta elle tutulan düşüşler olur. İzlediğiniz 10 filmden 1'i vasat üstüyse inanılmaz sevinirsiniz. Bir de bu lanet nöbetlerine ara verdiren filmler vardır. İzlediğinizde vereceğiniz ilk tepki, o filmi diğer filmlerden olabildiğince uzağa koyma çabası olur. Duygu denizinizde, okyanusların bile dayanamayacağı fırtınalar kopartır bunlar. Günler boyunca aklınızdan çıkmazlar. Etkileri diğer lanet nöbetini bitiren filme kadar uzar gider... The Lives of Others tam da bu sınıftan. Hem de en gözde öğrencilerinden.

Film Doğu-Batı Almanya döneminin son yıllarını anlatıyor. Konusu itibariyle birçok benzer film bulabiliriz. Almanya'nın coğrafyasından da kaynaklandığını düşündüğüm karartı, bu filmlerin olmazsa olmazıdır. Baskıcı politik durumu ekrana yansıtmaya birebirdir bu iklimsel öğe. Lakin filmin, bu tip diğer filmlerden ayrılmasını sağlayan mükemmel bir özelliği var. Politik mesaj kaygısı filmin hiçbir sahnesinde başkoltuğa oturmuyor. Bu durum aslında filmin ilk bölümlerinde imkansıza yakın gözüküyor. Çünkü ufak tefek ama etkili örneklerle, Doğu Almanya'nın politik durumu ekrana gayet güzel aktarılıyor. Siz böyle devam edecek zannederken, filmin devamında iyi kimdir kötü kimdir ikileminden ziyade, karakterlerin içine girdiği mükemmel değişim kendini farkettirmeden devreye giriyor. Kişilik değişimlerindeki oyuncu performansları tek kelimeyle etkileyici.

Filmde her şey var ama hiçbirinde aşırıya kaçılmamış. Romantizm var ama ölçülü. Dediğim gibi politika var ama ölçülü. Ve tabii ki filmin ana omurgasını oluşturan epik hava. Filmi sınıflandırırsak Dramatik Epik gayet yardımcı olacaktır; Sulandırmadan romantizm, ağlatmadan dram, çoşturmadan epik...

Filmin havasından, politik karakterlere kadar birçok defa George Orwell'in 1984'ünü anımsadım, film boyunca. Keşke yaşamış olsaydı da bu filmi görseydi George Orwell. Sanırım hem çok onurlanırdı hem de yönetmenin işini kolaylaştırırdı. Zira filmin yönetmeni olan Florian Henckel von Donnersmarck bu filmi çekerken 32 yaşındaydı. Bu yaştaki birinin o dönemi -hem de ilk filminde- bu derece ustaca anlatması için ne kadar çalışma yaptığını kolay kolay hayal edemiyorum. Sadece kitap karıştırmakla olmayacağı kesin. Belli ki çok fazla sözlü araştırma yapmış. Sözlü sohbetlerinden birinin de George Orwell'le olması, zannımca yönetmene büyük zaman kazandırırdı. Bu arada film 1984-1991 yılları arasını anlatıyor. Herhangi bir yerde rastlamadım bu vurguya, selam mı çakıyor nedir :)

Filmin bir de yapıcı yanı var benim açımdan. Malum, Oscar'ın durumu hepimizin dilinde. Haketmeyen yapımların ödüllendirildiği hatta ödülleri süpürdüğü bir organizasyon deyip duruyoruz kendilerine. Gerçi Allahı var, yabancı film dalında gayet iyiler. 2006 yılında bu filmin En İyi Yabancı Film Oscarı'nı almış olması, o geleneği devam ettirir mahiyette. Oscar'ı hepten gözden çıkarmamak için bahane arayanlara, benim gibi güzel bir çıkış kapısı -orjinal ismiyle- Das Leben der Anderen. Aynı ödül için kapıştığı Pan's Labyrinth de gayet üst düzeydir. İzlemeyenlere duyurulur.

Film ödül konusunda gayet doygun. Alman Film Ödülleri'nde de gövde gösterisi yapmış kendileri. Organizasyon rekoru kırarak kaptığı 11 adaylığın 7 tanesini ödüle dönüştürmüş. Oyunculara zaten söz yok. Özellikle başroldeki Ulrich Mühe, başka bir boyut performansı sergiliYOR. Bu yapımdan sonra üst düzey herhangi bir yapımda bulunmamış olması -kendi açımdan- çok üzücü.

Filmin yönetmenine çok şey söylemek isterdim ama yazı biraz uzadı. 2006'daki bu enfes filmden sonra hiçbir şey yapmadı bu garip insan. Yap yap yap nidaları eşliğinde, bu senenin hasretle beklenen ama izlendikten sonra genel kanı itibariyle vasat bulunan filmi The Tourist'i çekti. İzlemediğim için bir şey diyemeyeceğim ama ara vermek kötüdür her zaman. The Tourist'den sonra ara vermez umarım da bu filmde rahatlıkla görülen yeteneğine daha çok şahitlik ederiz.

137 dakikanın anlamadan nasıl bittiğini ve bir insan evladının ilk film denemesinde ne kadar başarılı olabileceğini görmek istiyorsanız bu filme şans tanıyın. Özellikle filmin son bölümünü 10-15 defa izleyin...

9 / 10
Devamını Oku

7 Şubat 2011 Pazartesi

Captain America: The First Avengers - Ah Bi De Amerikan Olmasan


2008'de Iron Man'in son sahnesindeki ilk göz kırpığı ve hemen arkasından yine 2008'deki The Incredible Hulk'un son sahnesinde devam eden kaş-göz hareketleri  geçtiğimiz sene Iran Man 2'yle tamamen The Avengers müjdesine dönmüştü. Ve artık tek beklenti vardı; Captain America.

Önce adaylar konuşuldu bu hüper kahraman için. Sonunda Chris Evans'ta karar kılındı ve iyi de oldu benim açımdan. Zira sevdiğim aktörlerdendir. Hem karizması hem de dinamikliği bu karakter için oldukça yerinde. Lakin kamera arkası konusunda ciddi tatminsizliklerim var bu filmle ilgili. Hem yönetmeni hem de senaristleri garibime gitti ilk günden beri. Umarım iyi bir şey çıkar da 2012'deki asıl The Avengers'a olan özlem sekteye uğramaz. Gerçi ilk görüntüler iyi bir şey çıkarttıklarını söylüyor.

Lafı fazla uzatmayacağım bu sefer ilk görüntüler gibi. Poster ve ilk spot yayınlanması şerefine duyuruda bulunayım istedim :)

SuperBowl Spot
Devamını Oku

6 Şubat 2011 Pazar

Amelie (2001) - Bu Nasıl Filmdir Yaa Huu?


İnsan doğası gereği abartmaçtır. Söylemleri ve eylemleri ne kadar farklıysa(!) kendi bilişsel dünyasında o derece tatmin olur. Ve kabul edelim ki diğer insanların nazarında -sizin lehinize- hiç de azımsanmayacak olumlu katkılar yapar bu durum. Basit anlatımlar kesmez bizi. Var olanı, allandıra pullandıra anlatalım derken, var olduğundan farklı bir formata sokmadan ağzımızdan çıkaramayız bir türlü. Benim nazarımda Amelie'yi farklı kılan belki de en önemli faktör burada devreye girdi. Hem de henüz filmin açılış sahnesinde. Biliyorsunuz spoilersiz yazıyorum film yazılarını ama filmin başı olduğundan spoiler sayılmaz diyerekten giriş kısmını alıntılamak istiyorum. Şöyle başlıyor film; ''3 Eylül 1973'te saat 6'yı 28 dakika 32 saniye geçe, dakikada 14.670 kez kanat çırpabilen, mavi bir sinek Monmartre'da, St. Vincent sokağına kondu. Aynı saniyede bir restoranın terasında masa örtüsünün altından süzülen rüzgarla dans eden bardakları kimse fark etmiyordu. Yine aynı anda, 9'uncu bölgede Trudaine caddesi 28 numaranın 5'inci katında Eugene Coliere, en iyi arkadaşı Emile Maginot'nun cenazesinden döndükten sonra ismini adres defterinden sildi. Aynı anda Raphael Poulain'e ait olan bir X kromozomlu sperm Amandine Fouet Poulain'e ait olan bir yumurtayı dölledi. Dokuz ay sonra Amelie Poulain doğdu.''

O kadar yalın, o kadar basit şeyler ki bunlar: hepimizin süslemekten harap düştüğümüz basit yaşamlarımızın atom parçacıkları ve her an olmakta olan şeyler... Özellikle bardakların dans etmesine kimsenin şahit olmaması durumuna ayrıca dikkat çekmek isterim. Üzerine uzun uzadıya düşünülesi şeyler. Bence filmi izleyin ve bu tahayyül fırsatını kaçırmayın.

Film her şeyden önce kesinlikle ezber bozan familyasından. Daha önce izlediğim Big Fish ve Pan's Labyrinth gibi bu film de bazı insanların bozulmamış özlerini konu ediyor. Bir başka deyişle büyüdükçe içinde yaşadığımız toplumların bizlere dayattıkları kurallar manzumesine, fütursuzca isyan bayrağını açan o şanlı kişilik neferlerini. Bunu yaparlarken, belki de sinemayla gerçek hayatlarımızın en fazla kesiştiği alanı kullanıyor bu tür filmler: masalı.
Hangimiz küçükken algıladığımız her şeyin, tamamen bizimle alakalı şeyler olduğunu düşünmedi ki? Tüm dünya bizi izlemiyor muydu? En sevdiğimiz yakınlarımızın başına kötü bir şey geldiğinde hangimiz kendimizi sorumlu hissetmedi? Buna en iyi örnek örnek boşanan aile çocuklarıdır sanırım. Allah kimsenin başına vermesin, hep kendilerini suçlamazlar mı bu tip çocuklar?

Yıllar geçtikçe birçoğumuz atlatır bunları. Dünyayı bizden bağımsız algılamaya başlarız. Periler-sihirler yoktur artık, büyü bozulmuştur. Çünkü bilinçlenmişizdir! Belki de dünyanın son yıllarda neden bu kadar çirkinleştiğinin cevabı o kadar da uzakta değildir. Belki bilinç adı altında keskin bir bilinçsizlik, sonsuz bir sorumsuzluk pompalanıyordur dimağlarımıza. Sözle büyüdün deyip üstümüzden tüm sorumluluğu alan bu yüzyıl söyleminin az(!) da olsa kabahati yok mu, günümüz çıkmazlarının oluşumunda?

Çok gariptir büyümek denen şey. En ufak aksaklığı bile kendinden bilip düzelmesi için kendince elinden geleni ardına koymayan çocuklar, büyüdüklerinde bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı olurlar. Bu değişime, garipten farklı yapabileceğim tek tanım hazin oluyor bu durumda. Gerçekten de çok dramatik şu büyümek denen şey. Film bunları çağrıştırdı bendenize. Bu açıdan bakınca var olan noksanları bile tuzla buz oluyor Amelie'nin.

Filmin yönetmeni ve senaristlerinden Jean-Pierre Jeunet'in izlediğim ilk filmi oldu Amelie. Biran önce diğer filmlerini de izlemek için can atıyorum. Film bittikten sonra cast akarken ayaklarım hala havalardaydı, o derece sevdim filmi. Eline-koluna-aklına sağlık Jean'ım smile.gif
Filmin müzikleri ise efsane. Bazı filmler vardır müzikleri olmamış olsalardı, kendileri de olmazlardı. Bu film kesinlikle onlardan. Hepimizin bildiğini varsaydığım JY Suis Jamias Alle melodisi filme inanılmaz ruh katmış. Her sahneyle neredeyse özdeşin kralını kurmuş. Filmi izlerken masalımsı anlatım bir yandan, bu mükemmel müzik bir yandan var güçleriyle içinizi kıpır kıpır ettiriyorlar. Filmi izlemek de şart değil, hemen dinleyin bu melodiyi. Ben şahsen filmi henüz yeni izleyebildim ama Yann Tiersen'in müdavimlerindenimdir. Hatta kötü bir anımız da var şahs-ı manevileriyle. Lise sondaydım. İstanbul Film Festivali çatısında Yann Tiersen konser verecekti. Bilete param yetmeyince, bileti olanları yoklamaya başladım. Yoklama dediysem bildiğiniz taciz smile.gif Uzun uğraşlar sonucunda normal bilet parasının yarısına, gidemeyecek bir arkadaştan aldım biletini. Heyecanlı heyecanlı konser tarihini beklemeye koyulduk. Hatta daha lise çocuğu olmamıza rağmen İstanbul'dan ev de ayarladık o gece kalmak için. Ama gelgelelim konser iptal oldu. Buna rağmen hiç kızmamışımdır Yann'a, sırf bu gibi bir melodiyi insanlığa kazandırdığı için. Abartmak kötüydü değil mi biggrin.gif

Bir de değinmezsen çatlayacağım şu mevzu var. Sagopa'nın Romantizma albümündeki Baatıl Rhyme parçasının sonundaki skit bu filmdenmiş meğer. İzlerken ağzım kulaklarıma vardı duyunca. İlgili skit şöyleydi: ''Aaah evet evet bu sözcüğü seviyorum; başarısız? İnsanın kaderi bu? Başarısızlıktan başarısızlığa? Basit bir taslaktan öteye gidemezsin? Hayat asla sahnelemeyecek bir oyunun sonsuz tekrarından ibaret.''

Ve-l hasıl izleyin abiler/ablalar bu filmi. İzleyin ve önceliği en yakınlarınıza vermek kaydıyla izletin. Hani ''bu notu 7 kişiye dağıtmazsan öl-geber-yok ol'' tipli metinler var ya. Onun gibi olsun bu film. Hadi 7 değil de 1 olsun ama illa yayın. Yaymayan sinemadan zevk alamasın tamam mı biggrin.gif
Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...