9 Ekim 2010 Cumartesi

Bab'Aziz (2005) - 1001 Gece Masalları v2005.0


Bloga izlediğim her filmi yazmıyorum. Önce '7 ve üstü puan alan filmleri yazayım' dedim ama bu sefer de çok az film yazabilecektim. Puan konusunda cimri olduğum için sadece puan sınırı koymanın mantıklı olmadığına karar verdim sonra. Şuanki kıstasım; 7 ve üstü puan alan filmlerle Benim açımdan hikayesi olan filmler. Bab'Aziz hikayesi olanlar kısmına dahil.

2005... Lise son sınıftaydım. 11 Eylül'ün hasar tespitiyle geçmiş yılların sonu, Müslüman köklerinden utanan insanların bile enkaz kaldırma çalışmalarına gönüllü katıldığı ve yeniden inşaanın hafiften başladığı yıllardı.

Tunuslu senarist-yönetmen Nacer Khemir'in bir film çektiğini duymuştum. Konu bizdendi; Tasavvuf özelinde İslam'ın özü nedir? Festival filmi olacaktı. İzlemem için en az 2 sene beklemem gerekecekti bu sebeple. Zaman aktı ve festival festival dolaşmaya başladı film. İstanbul'a da geldi ama nedense gitmek nasip olmadı. Filmi unutmuştum ki, 2008'deki ABD gezimde, İran'lı bir arkadaşım durduk yere bu filmle övünmeye başladı sinema okuyan diğer bir arkadaşıma karşı. Sanki 'İslam'ı siz öyle biliyorsunuz ama aslında böyle' der gibi. O an ikisinin o saçma tartışmasının, bir tek filmi hatırlamama yaradığını farkettim.

Film yine gündemimdeydi. Bu sefer kesin izleyecektim. Ufak bir uğraştan sonra DVDsini buldum bir arkadaştan. Kendimi hazırladım, diski koydum playera bir de ne göreyim altyazı yok. Şu naciz hayatımın aklımda kalan hüsranlarından biri o an vuku buldu.

Yine bir şekilde kaynayıp gitmişti film. En sonunda 2006 ve 2008 hüsranlarından sonra bu sene nette gezinirken Tr altyazısıyla karşılaştım. Filmi de edindikten sonra başladım seyre.

Film öncelikle öyle uçan kaçan filmi değil. Bu tür beklentileri olanlar izlemesin bile. Film daha çok 'bazı temsiller ve ufak semboller üzerinden çok şeyler anlatmak isteyen' bir yapım.

Film mükemmel denilecek bir sesin Kur'an kıraatıyla ve hemen ertesinde filmin neyi konu edineceğini görsel hafızamıza kazıyan şu güzel vecizle başlıyor; Dünyadaki ruhlar kadar Allah'a giden yol vardır.

Evet film tek kelimeyle ifade edilecek olsa, izleyenlerin ekseriyetinin kullanacağı kelime yol olacaktır. Film tam anlamıyla bir yol hikayesi. Filmimize ismini de veren başrolümüz Bab'Aziz ve fırlama torunu Ishtar'ın başlamış oldukları gizemli bir yolculuk bu.

Şark kültürüne biraz eğilmiş kişiler 1001 Gece Masalları'nı bilir. İslam kültürüne merak salmış kişiler de İmam-ı Gazali, İnb-i Arabi, Mevlana, İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman'ın eserlerinde sıklıkla kullandığı dilden haberdardır. İşte bu iki kültürün mükemmel bir bileşkesi gibi bu film. Ne tam olarak 1001 gece masalı ne de tam olarak bu İslam büyüklerinin anlattığı hikayelerden biri. Yönetmen bunlardan birini tercih etmek yerine hepsini harmanlamayı seçmiş, güzel de yapmış hani. Hal böyle olunca anlatılan bu yol hikayesi, hikmet öğeleri içeren büyüleyici bir masal halini almış.

Yönetmenin neden bu kadar az film çekmiş olduğunu bir türlü anlamlandıramadım bu filmden sonra. Böylesine yetenekli bir yönetmenin 3 film çekmiş olması yazık cidden.

Filmle ilgili söylenmezse günah olan bir şey varsa kesinlikle müzikleridir diye düşünüyorum. Özellikle 2-3 müzik var ki herkesin winampında loop manyağı yapacağı cinsten.

Filmin neleri anlattığını kendimce anlatmak isterdim ama spoilere girmeden bunu yapabileceğimi sanmıyorum. En azından bu başlık böyle kalsın, başka bir başlıkta da filmin kritiğini yapmayı düşünüyorum. Zira hayatını mütemadiyen 'Yol'la ifade eden biri olarak, filmle ilgili söylemek istediğim bir hayli şey var...
Devamını Oku

6 Ekim 2010 Çarşamba

Yıldızlar Gecenin Değildir - Öyleymiş Gibi Davranmayın...


Hani bir türlü modası geçmeyen sorular vardır, ergen genç kızların müptela olduğu tipten; adaya düşsen yanına ne alırsın, şunu bir kelimeyle nasıl anlatırsın vs gibi... Nesiller eskir ama bunların modası bir türlü geçmez. Ne zaman o bir kelimeyle kendimi ifade etmemi isteseler, seçtiğim kelime her seferinde arı oldu. Hala da vazgeçmiş değilim arıdan. Hayatı siz de Benim gibi çeşit çeşit çiçekleri barındıran koskoca bir bahçeyle tahayyül etseydiniz, eminim arı benzetmesini kolayca sahiplenirdiniz.

Hayat, sadece belli bir takım yollarla anlaşılamayacak kadar kompleks bir yapı gibi gelir Bana. Bazıları hayatı anlama yolunun illa da bilimden geçtiğini savunur. Yolumuzu sadece bilimin ulaştığı sarsılmaz gerçeklerin ışıkları aydınlatabilirmiş. Onsuz söylenen her şey yanlışmış. Her tekelvari düşünce gibi bunun da hatalı olduğuna inanıyorum. Dediğim gibi hayat çiçekler bütünüdür. Bilim de bu çiçeklerden, hem de en güzel çiçeklerdendir ama bal için gerekli tozları barındıran tek çiçek değildir.

Bu dünya bahçesinde illa bir çiçeğe en saygın çiçek payesi verilecekse, hakeden kesinlikle sanat olmalı. Kuru ve elit anlamıyla değil tabii. İnsan ruhunu harekete geçiren gayret, şeklinde tanımladığım şeyi kastediyorum. Bir resim, bir bina veya başka bir sanat eseri fark etmez. Her türlüsü olur, yeter ki insanın içinde bulunan o mükemmel potansiyeli ufak da olsa 'kick'leyebilsin.

Benim için çok fazla fark etmiyor. Bazen bir şarkının sadece bir kelimesine yapılan vurgu veya bir filmin sadece bir sahnesindeki karakterin bakışı... her şey o 'kick'i sağlayabiliyor. Ama bir de komple eserler var, şaheser diye tanımladığımız şeyler. İşte onlara en güzel örneklerden biri sebep oldu, gece gece bunları yazmama; Hüseyin Aydemir'in Yıldızlar Gecenin Değildir'i.

Lütfen okuyun ve lütfen yavaş yavaş olsun okumanız. Bitmesini istemediğiniz bir şeye başlamışsınız gibi yavaş. Her bir cümlede sanki hayatın tüm manası yatıyormuş da, dikkatli okuduğunuzda hayatla ilgili merak edeceğiniz hiçbir şey kalmayacakmış gibi okuyun.



Yıldızlar Gecenin Değildir

Ceylanları vurulmuş dağlardan
Bir tutam kekik getireceğim size, bir avuç kan.
Bir selvi gibi dikilip önünüze
Ölümü hatırlatacağım durmadan.
Keklik zindanı gözlerinize mil çekip
İçinize bükeceğim bütün yolları.
Hangi yola çıkarsanız çıkın
Hep kendinize döneceksiniz.
 
Siz, ey bu şehrin karanlık sokaklarında
Kaf dağını arayan kervanın Sefil yolcuları.
Boşluğa giden hayatların
Ayaklarına prangalar vuracağım, ellerine zincir.
Dağ yellerini doldurup göğsüme, haykıracağım:
-Yıldızlar gecenin değildir.

Karanlıktır, köhnedir dünya
Ve bir yolcusunuzdur siz...
Bunu size nasıl anlatsam!
Hani yüzünüz görünmez ya kirli sularda,
Sırrı dökülmüş aynalarda
Hani silik hani paramparça...

Boynu bükük çiçekler getireceğim size koparılmış
Dicle'nin, Sakarya'nın kıyısından
Yüreğimin tam ortasından taşıp gelen bir sesle:
-Ağlayın, diyeceğim
-Ağlayın ağlayın
-Ey analardan şefkat, çöllerden merhamet emmiş çocuklar ağlayın
-ve göz yaşlarınızla sulayın kuytularda kuruyan çiçekleri.

Bir Yunus Sabahı çalacağım bütün kapıları bir bir
Kırmızı bir şal gibi örteceğim şafakları
Çıplak omuzlarına
Ve sarhoş gecelerine şehrin.
Minareleri dayayıp şakağına
Uyandıracağım kirli uykulardan:
-Çıkın koynundan karanlığın
-Geceyi bu kadar sevmeyin
-Yıldızlar gecenin değildir!!!
Devamını Oku

5 Ekim 2010 Salı

"John Adams" (2008) TV mini-series


Neresine değineyim bilemiyorum, nutkumun tutulduğu sayılı yapımlardan biri oldu JOHN ADAMS. Siyasal bilimlerle (çok) içli dışlı olmam, birçok ülkenin siyasi geçmişiyle ilgili fikirlere sahip olmamı sağlıyor. Bu durum, günümüz dünyasının baş-gerçeklerinden biri olan Abd'nin siyasal tarihini daha iyi bilmeyi de gerektiriyor haliyle. Zihnimdeki bilgilerin tamamiyle canlanmış olduğu bir yapım olması aldığım zevki doruklara çıkarttı diyebilirim.

Hepimizin dilindeki 'emperyal devlet' yakıştırmasını ne denli hakettiğinin acı bir gerçek olduğunu bir kez daha vuruyor yapım, kuruluş amaçlarıyla ters konumlanan bu devletin...

-Hiçbir bölümde tamamiyle kaybolmayan dramı,
-Dünyanın en karışık siyasi olaylarının yaşandığı bir dönemi anlatmasına rağmen elden bırakmadığı 'insani yön anlatımı',
-Süper ötesi diyalog ve alıntıları,
-Castından tutun, dekoruna, müziğine, rejisine kadar herşeyiyle tam bir BAŞYAPIT!!!

10/10

Not: Uzun bir yazı yazmayı çok istiyorum bu aralar. Ama az da olsa bir şeyler demiş olmak için açmıştım bu başlığı. Amacım, yavan bir 'izleyin' dememek :)
Devamını Oku

3 Ekim 2010 Pazar

True Grit - 25 Aralık'a Daha Çok Var...


Bu senenin iştah kabartan filmlerinden biri, belki de en fazla kabartanı, Benim için True Grit. Çok sağlam bir film geliyormuş hissi uyandırmıştı gelen ilk haberlerden sonra. Şimdi fragmanı gördükten sonra aynelyakin biliyorum ki, iştahımın kabarması yerindeymiş.


Yeni arıza karakterimizin seçimi filmin başarısını neredeyse garantiliyor. Hepimizin 'Dude'si Jeff Bridges, üstlenmiş durumda Rooster Cogburn rolünü. Haddimi aşıyor olabilirim ama John Wayne'den bile fazla yakışmış role. Bence bundan sonra ikinci bir Dude etkisi yaratabilir Jeff Bridges'e Rooster rolü. O kadar yakışmış...


Filmin bir diğer ağır topu Film Machine. Nam-ı diğer Matt Damon, Bendenizin dikkatini Good Will Hunting'le çekmişti ve bir daha da ilgi çeperimden kurtulamadı. Oyunculuk kariyerine 1988'de başladıktan sonra, sadece 1994 senesinde herhangi bir filmde rol almayıp geri kalan tüm senelerde ikişer-üçer bazen de dörder film çekerek, insanüstü performansını mükemmel istikrarla da süslemesi çok saygıdeğer bir yere koymamı sağlıyor Matt'i. Fakat buna rağmen bu filme gidip gitmeyeceğinden tam emin değildim taaaa ki rolü açıklanana kadar. Bu filmde tek bir rolde rol alabilirdi nitekim o rolde izleyeceğiz. Ama burada da şöyle bi durum var eğer 69'daki gibi üstün körü yazılmışsa bu rol Matt'e yazık olur.


Yıldızı gerektiği kadar parlamayan Josh Brolin de kadroda. Rollerin azizliği midir bilmem bir türlü birinci sınıfa çıkamadı bugüne kadar. Ama çoğu kişinin saygıdeğer oyuncular listesinin en başlarında olduğundan şüphem yok. İlk filmin vasat altı rollerinden bir başkası olan Tom Chaney'i canlandıracak filmde. İyi rolleri bile kötü adam gibi oynadığını düşünürsek, Josh Brolin'i 'kendisi için biçilmiş kaftan bulan' ikinci oyuncu ilan edebiliriz Jeff Bridges'ten sonra.


Filmin ana sloganı bu sefer gerçekten 'İntikam'. 69'dakinde de hafiften hissediliyordu ama ana konu intikam değildi. Ana konu olmamasını (dediğim gibi) Tom'un sönük karakteri sağlıyordu. Bu sefer elimizde sağlam bir Tom olduğuna göre, intikam duygusunu perdeden bize hissettirme sorumluluğunun geri kalanı için Mattie biraz daha önem kazanıyor. Mattie ilk filmde 2 esas karakterden biriydi ve Kim Darby tarafından çok güzel hayat bulmuştu. Mattie'yi cismini ilk defa gördüğüm Hailee Steinfeld isminde genç bir kız canlandırıyor bu sefer. Edindiğim ilk intibah itibariyle de Mattie'nin o kendinden emin, haddini bilmez hırçınlığını gayet güzel kotarmış. En merak ettiğim performans bu sanırım, diğerlerinden eminim :)


Vee son olarak Coen kardeşler...
Western'e yabancı olmadıklarını O Brother, Where Art Thou? ve modern western sayılabilecek No Country For Old Men'le ispatladılar. İlk filmin gölgesinde kalmayacakları garanti gibi olsa da özgünlükleri hep tartışılacak gibime geliyor. Filmin başındaki idam sahnesi, babamızın silahı, kulübe sahnesi ve filmin sonundaki 4'e 1 düellonun neredeyse ilk filmle tıpatıp aynı olmasını, sadece ölü babamızın tabuttayken yüzünü göstermeyle akıllardan silebileceklerini düşünmüyorlardır umarım. Hee tabii bir de göz bandını sol değilde sağ göze takarak :D

Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...