9 Haziran 2012 Cumartesi

Ya Tahammül Ya Sefer | "Ah"lara Dair...


Bir yazıya niyetleniliyor. Tembellik hakim. Ama "sabahı beklemeyiniz dostum, geceden yola çıkınız" gibi bir şey çınlıyor kulakta. Çını durmuyor. Geceden başlanıyor yazıya. Önce fikren fokurdanıyor bir şeyler. Yadsınamaz bir tereddüt var; söyleneceklerin, söylenmesi gerekenlerden/söylenmek istenenlerden farklı olma ihtimaliyle peydahlanan.

İlgili mesele ağır. Öyle hemen iki satır karalayıp altından kalkılamayacak cinsten. Kişilerden bağımsız, kişiliklerden gayri. Tüm ruhlara üflenmiş ataletin izdüşümleri kadar acı.

Bir kitap okunuyor. Bir şey canlanıyor; daha önce bırakın ölmeye yüz tutmayı, gözlerini hiç mi hiç yummayan.

--

Ön ara.

Kitabın ismi Ya Tahammül Ya Sefer, büyük şeyler fısıldıyor kulağına bir gencin. Uzun zamandır okumak istiyor bu yüzden. Nasip olmuyor. Zaten fazla da "oku"muyor. Ama istiyor. Ara sıra daha istiyor. Sonunda okuyor. Tokat yiyor. "Keşke daha önce okusaydım" diyor. Aradaki açığı kapatmak için çareyi yorum yazmakta buluyor.

Bir isteği var ama; bu yazıyı okuyacak olanlar hızlı okumasalar keşke. Yavaş yavaş okuyup sindirilsin, iyice hızlanan dünyaya eleştiri olsun istiyor. Mananın geri plana düştüğü, zamanın bu en nasipsiz dilimlerinden birine eleştirisiz kalmak istemiyor. Eleştirisiz alınmış nefse itiraz ediyor.

Yazıya geçiyor.

--

Davayla büyümüşsünüz. Davalı olmuşsunuz. Aslen sizin olmayan bir dava; konusu meçhul. Elinizde bulmuşsunuz. İnkar etmemişsiniz. Ama bu nedir diye araştırmamışsınız. Katkınız yok, bir tuğla dahi koymamışsınız. Sahiplenmişsiniz ama. Dava davalıktan çıkmış, kimliğiniz olmuş. Bu yüzden davanın asıl sahibinden bile daha fazla sahiplenmişsiniz. Kurduğunuz aidiyet aklınızı-fikrinizi-gözünüzü kör etmiş.

Aidiyet... Her ne kadar varlığın epistemolojisine dair gibi görünse de esasen ontolojisine dair olduğunu, fersah fersah uzaklardan da olsa, avaz avaz bağırıyor. Yoruluyor bazen. Yılmıyor ama. Belki en büyük davalı bu yüzden aidiyetin kendisi oluyor. Nasılsa "... istemeseler de .... nurunu tamamlayacaktır."

Böyle inanmış genç. Davanın içine doğmuş. Ailesel değil; ontolojik. Bu yüzden aksiyon kavramını sahiplenmiş öteden beri. Davalı ya nasılsa, başka hangi kavram tatmin eder bünyeyi!

Aksiyonla yaşıyor. Buraya kadar her şey güzel. Ama hayat uzun (belki de kısa). Çağın gerçeklerine bigane değil. Parayla döndüğünü biliyor içinde yaşadığı zamanın. Bu aralar zaman bile parayla dönüyor; geceye doğan güneş, şehrin ışıklarından görülmüyor!

Siyasetten de uzak yaşıyor. Siyaset kirli şey. Ama gerekliler de. Eline alırsa parayı, kendisinin biraz da siyasetin eline geçeceğini biliyor. İkisinden de uzak yaşıyor. Yakın yaşayanları ayıplamıyor. Hakk denilenin zor şey olduğunu biliyor!

Ama görüyor; kendi gibi yaşayanlar az. İşin kötüsü, daha da azalıyorlar. Aramaktan vazgeçmiş bu "az"ları. Az kalmayı kabulleniyor. Yokluğa yaklaştığını anlatan ecele sığınıyor. "Davayı sımsıkı tutmaya devam" diyor, "acaba, davaya sımsıkı tutunmaya devam, mı deseydim" diye aklından geçirerek. Son yazdığı cümleyi beğeniyor. Beğenmek nefsine ağır geliyor. Silmeyi düşünüyor. Ama nefse ağır gelenlerin bazen asıl nefis terbiyesi olduğunu hissediyor. Kadere bırakıyor. Silmiyor...

Kitabı okumuş. Etkilenmiş. Kendisinin çelişkilerini görmüş her sayfada. Karakterleri tartmış. Hani "az"ya, kendisiyle özdeş kurmaya çalışıyor aklınca. Kerim'e odaklanıyor önce. Ama en meçhul karakteri yakıştıramıyor kendine. İlhan'a sulanıyor. Ama o da ihaneti hatırlatıyor. "Veysel mi? O hiç olmaz" diyor. Murat'a zaten dokunmuyor. Kaybedenlerle işi olmaz!

Kendisiyle gurur mu duyması gerekiyor kitabın sonunda? Bilemiyor. Okuduğu yeni bir şey değildi, yeni şeyler yoktu ama şaşkın yine de. Hala şaşırabildiğine seviniyor. İçinde bir yerlerde davanın gümbür gümbür yaşadığına kanıt sayıyor bunu. Sevinmekten utanmıyor.

Asım'ın nesli... Dilinde hep. Ama artık siyaset kokuyor. Siyasetle işi olmaz. Önceki gibi dilinde değil. Keşke siyaset karışmasa her şeye. En azından kutsallara. Sevdiği siyasetçilere kızıyor bazen bu yüzden. Kendi kutsallarını, sevdiği insanların siyasetle kirlenen ağızlarından duymak istemiyor. Biraz daha kızıyor zaman içinde. Bu kızgınlık hayra alamet değil. Kaygılanıyor.

Kitapta da geçiyor Asım'ın nesli. Bolca ironik şekilde hem. Siyasetçe kirlenmemiş okuduğu kalem. Bu geçişe o yüzden kızmıyor. Kaygılanmıyor bu sefer. Kitapla özdeş durumda. Seviniyor. Bunlar hayra alamet, biliyor.

İronik dedi yukarıda. Fark edilsin istiyor. Bir daha dönüyor aynı konuya. Bu sefer daha vurgulu yazıyor; İronik! Asım'ın nesli var, Asım var, bir de asımlar var. A'ları küçülmüşler var. A'lar küçülmesin istiyor. Ama dünyada "az"alanlar diye bir şey var. Biliyor. Kadere bırakıyor. En azından Ya Tahammül Ya Sefer var. Tahammül ediyor. Sefer'i cepte bekletiyor...

“Asım’ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek. İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek!” Akif'e bir daha hayran oluyor, Akifler'e de oluyor. Akif'i hatırlatıyorlar. Akif'i gerçekten hatırlatanlara daha bir hayran oluyor. Şiirle alakaları varsa tadlarından yenmez hale geliyorlar. Hepsiyle tanışmak istiyor. Abarttığını düşünüyor. Kesiyor.

"Namusumuzu çiğnetmeyecek mi? Yoksa parayı ilk bulduğunda, diğer tüm eski davalılar gibi jeeplere mi doluşacak, lüks semtlere mi taşınacak? Müteahhitliği dava gereği bir şey gibi görmeye mi başlayacak? Vermeyi unutacak mı? Vefa, unutulan, eskide kalan hoş bir kelime mi olacak? Asım'ın nesli diye yola çıkanlar, acaba böyle olmaya devam mı edecekler?" Sorular bitmiyor zihninde. Bitsin istiyor. En azından tüm bu sorulara içinden gele gele "hayırrrr" demek istiyor.

Terk edilen cepheler diye bir şey var öteden beri dilinde. Davayı böyle tanımlıyor. "Aidiyet, biraz da terk edilmeyen/edilemeyen cephelerdir" diyor yakın çevresine. Kaçı anlıyor bunu, bilmiyor. Anlatmaya, söylemeye, tekrarlamaya devam ediyor. Tekrarı pek sevmiyor. Ama bazı tekrarları farz gibi algılıyor. Bu tekrarı önemsiyor. Bir daha yazıyor; aidiyet, biraz da terk edilmeyen/edilemeyen cephelerdir.

Terk edilen cepheleri hala önemsiyor. Önemsensin istiyor. "Artık soframıza melekler inmiyor" demek istemiyorsanız terk etmeyin, diyor. Terk etmeyin cephenizi. Cepheler kalpteki vatanlardır. Kalplerin de surları vardır. Kale içleri... mahremleri...

"Siz davanın yılmaz erlerisiniz, bu dava sizlerin omuzlarınızda yükselecek" diyen Murat abiyi hatırlıyor. Demin "kaybeden" dediği Murat abisini. Utanmıyor. Ciddi değildi. İroni yapmıştı. "Murat abiye kurban olsun kazananlar" diyor. Bu yolda kazanandır kaybeden...

Dava delisi Kerimler'i hatırlıyor. Nedense yarsıyamıyor. Sadece kutsal bir saygı duyuyor. Kerimler'i seviyor. Onlardan biriyle tanışmak istiyor. Tanıyan varsa kendisiyle irtibata geçsin istiyor. Kerimler'in çayından içmek istiyor. Ciddi diyor. Lütfen diyor. Kerimler'i tanıyan varsa, haber versin istiyor.

İlhan'ı anmayacak yazıda. İsmen geçirecek sadece. Çünkü İlhan arada. İlhanlar'ın ortak özelliğidir arada kalmışlık. Yoklukta vaha, varlıkta çoraktırlar. Yine de İlhanlar hep olsun, diyor genç. İlhanlar'ın sayısı artıyor, kendisi "az"alırken. "Yine de çoğalsın İlhanlar, yokluktayız nasılsa" diyor, "yokluktayız!"

İğneyi de çuvaldızı da kendisine batırmayı düşünüyor genç. İlhanlar'a kıyamıyor. İlhanlar'ın babalarına da kıyamıyor. İlhanlar'ın babalarının ismini bilerek kullanmıyor. İronik bir isim. İroniyi yazıya geçiremeyeceğini biliyor. Dikkat edilsin istiyor. Son kez vurguluyor. Bu bahsi burada kapıyor.

Alıntı yapmayı aslında sevmiyor. Ama yazının da bitmesi gerekiyor. Alıntıyla bitirmek daha cazip geliyor;
"Veysel son sözlerini utana-sıkıla söylüyor, neredeyse kulağıma fısıldıyor: önümüzdeki seçimlerde muhtemelen aday olacağım.
Gülümsüyorum. Rahatlıyor."

Böyle bitirmeye gönlü izin vermiyor. "Rahatlamayın. Rahatlamak isteyenlerden, rahatlamak için lafa başlayanlardan olmayın" diyor. Her rahatlamanın aynı olmadığını görüyor. Sözün, mananın küçük bir cüz'ü olduğunu bir kere daha fark ediyor.

Mustafa Kutlu'ya da "kalemle yazmayı öğreten"e şükrediyor.

Yazıya konu olan kitabı herkes 'O'kusun istiyor. Okunması için elinden bir şey gelirse yapmayı düşünüyor..!
Devamını Oku

8 Haziran 2012 Cuma

01-07 Haziran 2012 Film Yorumları

Haftaya yorum yapmadan direkt yorumlara geçiyorum :)



"Liam Neeson varsa, izlenir hafız" mottosunu iliklerine işleten sinemaseverlere tavsiye edip, bu mottoyla henüz herhangi bir ilişki içine girmemiş abi ve ablalara ise önermekle önermemek arasında kaldığım bir film Gri Kurt.

Benzerlerinden bir hayli farklı geldi bana. Hani hayatta kalma orijinliyse bir film, göreceğimiz şeyler genelde sabittir. Bir kahramanımız vardır. Alır eline sazı, yer misin yemez misin diye dalar ortamlara. Önüne çıkan zorluklar asla yıldırmaz onu. Zaten müthiş bir karizması vardır bu kahraman olacak bıdığın. Ne yaparız bizler de? Film boyunca onun zirvelere çıkışını izler, her başarısında biraz daha bağlanırız kendisine.

Lakin bu film öyle değil. En azından tamamen böyle değil. Daha gerçekçi, daha felsefi. Tabii felsefesi zayıf bununla beraber. Hatta ilkokul müsameresi tadında ortaya konuyor pek çok sahnede bu zayıf felsefe. Dolu film beklemeyin ama kesinlikle düz de değil.

Ben sevdim ama. Hatta zevk de aldım. Heyecanlandım. Korktum zaman zaman. Üşüdüm sonra. Ne bileyim, ıslandım. Yüksekten korktum. Bazı karakterlere küfrettim. Sıkılmadım yani. Beklentiyi fazla yükseltmeden keyiflice izlenebilir kısaca.

The Grey (2011) 5+ / 10


Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...