18 Eylül 2010 Cumartesi

Ayrılık (2010) - Vurun Türk'e


Kadınların savunma hakları bile olmadan yargısız infazlara kurban gitmeleri kadar sevimsiz, gerice bir hareket yoktur şu anki 'modern' dünyada. Buna rağmen doğu kültürüne sahip toplumlarda, ne yazık ki yaygınlığını devam ettirebiliyor töre cinayetleri.

'Kadının adı yok' bu toplumlarda ama bu filmle bir kere daha görüyoruz ki batıda da 'insaf yok'. Bir Türk'e de şöyle, 'hacım ne yapıyorsunuz, bu saçmalık da nedir' repliği iliştirememişler. 'Türkler barbar, batılılar uzay çağı canlısı' imajının bu kadar da dibine vurulmaz ki. Mesajınız doğruysa bile, emin olunuz bu şekilde derdinizi kimseye anlatamazsınız. Tek taraflı düşünceler, istediğin gibi yansıtmalar...

Her şeye rağmen film süper başlıyor. Karakterler arası bağlar mükemmel sergileniyor. İlk yarım saat, filme notum 8.0 ama sonradan tepe taklak düşmeye başlıyor. Ne duygu ne de filmin derdi geçiyor seyirciye. Genel olarak oyunculuklar güzel, 2-3 önemli karakter dışında. Bu istisnalar da zaten tüm güzel oyunculukları gölgeliyor. Bir çuval incir mahvoluyor anlayacağınız.

Bu da kısa olsun...

5.9 / 10
Devamını Oku

127 Hours - Every Second Counts!!!


Into The Wild tarzı filmleri hep sevmişimdir. Fragmandan anladığım kadarıyla bu da bu türe top5'ten giriş yapacağa benziyor.

Sıradan hayatı bırakıp, doğanın dibine vuran 'isyankar' tipimiz bu sefer, Aron Ralston. Filmden önce hakkında herhangi bir şey duymamıştım. Belki Benim cahilliğimdir, ama filmi izleyene kadar da bir şey bilmek istemiyorum Aron'la ilgili. James Franco'yla tanımak varken sahici Aron'u kim ne yapsın :P


Slumdog Millionaire'den sonra Danny Boyle-Simon Beaufoy yapımı bir filmi izleyecek olmak hafif bi heyecan yapıyor haliyle. Anladığım kadarıyla biri esas oğlan olmak üzere toplamda üç karakterimiz var. James Franco'nun yanında sırıtmayacak genç neslin iki avarajüstü aktiristi (Lizzy Caplan-Kate Mara) de olunca bize sadece 5 Kasım'ı beklemek kalıyor.

Bisikletten düşme sahnesiyle göle atlama sahnesi fragmanı vasat üstüne taşımış.

Devamını Oku

17 Eylül 2010 Cuma

The Tourist - 'le Bir Ajan


Top5 aktör listemin değişmez ismidir Johnny Depp. Hangi projede oynasa heyecan katar, hangi projede oynasa can verir projeye. En zor rollerin altından kolayca kalkar, o derece bi abimizdir. Ama gelin görün ki yaşlanmış beaa. Buna hiç ihtimal vermiyordum. Tamam zaman acımasızdı, kimseye torpil geçmezdi ama Johnny Depp de başkaydı. Yes Man'deki Jim Carrey şokunu hatırladım biranda fragmanın ilk saniyelerinde ve fragmandan kopmuş vaziyette geçen yılları düşünürken yakaladım kendimi. Neyse başlık film tanıtımı, bu konuya sonra döneriz :)


Castda Johnny Depp olması yetmezmiş gibi üstüne bir de Angelina Jolie olunca, bilmiyorum söylemeye gerenk var mı, film bir anda ayın ondördünün dünya temsilcisi pozisyonuna giriyor.

Bunlara rağmen projeyle ilgili acabalarım da yok değil. Florian Henckel von Donnersmarck gibi aksiyonvari filmlerle alakası olmayan birinin filmi üstlenmiş olması ve projeyle ilk ismi geçen Tom Cruise-Charlize Theron ikilisinin projeyi neden geri çevirdikleri soru işaretleri hala gözlerini kocaman açmış olarak gözümün içine içine bakıyorlar. Ama Johnny Depp'in varlığı hepsini döver :)

Son bir ek;
Map Of The Problematique'yi de sonunda bir fragmanda kullanacaklarını biliyordum. Bir fragmana bir parça bu kadar mı gider arkadaş!!!

Devamını Oku

The Fighter - Yine Mi 20 Kg Bale?


Fragmanı izler izlemez herkesin ilgisini çekeceği gibi, Benim de Christian Bale'nin yine yeniden eriyip kemiğe dönmesi dikkatimi çekti. Makinist filminde de bu şekilde (gerçi onda daha da felaketti) epeyce kilo vermişti rol için. Bilgisayar efekti olmadığı gerçeğini uzun zaman kabul etmek istememiştim o zamanlar ama zor da olsa kabullendiğimi hatırlıyorum.

Tamam sinema hayatımız, tamam sinema çok önemli de bu ne kardeşim, bir de sağlık var. Sen yeri gelince geleceğimizi kurtaran bir John Connor, yeri gelince kokuşmuş Gotham City'i ıslah eyleyen bir Bruce Wayne'sin. Ne ara alacaksın o kasları geri. Al-ver al-ver ne lan bu?

Christian'a kaptırdık başrolü unuttuk, Mark Wahlberg. Yine kaslarını sergilemekten kaçınmamış. Ama bu sefer mana bulmayacam. Sonuçta boksörü oynuyor adam, hadi bu filmlik sesimiz çıkmasın :)

Leap Year'la dikkatimi çekmiş Amy Adams da olunca, Benim için voltran oluşmuş durumda. Geriye sadece 10 Aralık'da hangi filmin (diğeri The Tourist) daha yüksek hasılat toplayacağını merak etmek kalıyor :)

Devamını Oku

Unstoppable - 3/4 The Taking of Pelham 123 + 1/4 Speed


Tony Scott-Denzel Washington birlikteliği gururla sunar...

Tony Scott'ın her filmi gibi katıksız aksiyon, mükemmel kareler ve süper aktör garantisi vadeden filmlerden biri daha geliyor...

Kimyasal maddeyle dolu makinistsiz bir tren şehre doğru yol almaktadır ve durdurulamamaktadır. Sabotajmış, teknik aksaklıkmış bununla ilgilenmiyoruz Tony Scott'ın filmlerinde, siz de takılmayın derim :) Nasılsa elimizde bir adet Denzel mevcut. Yetmezmiş gibi son dönemin dikkat çeken civanlarından Chris Pine da eşlik ediyor usta oyuncuya. Sırf trenin yavaşlamasını sağlamak için önüne konacak engellere çarpışını, Tony Scott'ın klasik kamera açılarıyla izlemek bile yeterli bu film için. Tabii kimyasal madde olunca belki engel vs konmaz ama o zaman da doğal yollardan engeller çıkar, illa çarpışma izliyoruz orası kesin :)


Speed neyse de The Taking of Pelham 123'ü acayip çağrıştırıyor film. Felakete son sürat raylayan bir trenin olmasını mı, Tony Scott'ın çekmesini mi, Denzel'in oynamasını mı hangini birini sayayım ortak özelliklerden? Daha ne diyim afişler ortada :)


Devamını Oku

Adnan Menderes (17 Eylül 1961 - ?) - Demokrasi Şehidi!!!


Türkiye Cumhuriyeti'nin birçok hatası var tarihte, her ülkenin olduğu gibi. Fakat ne yazık ki biz sadece hatalarıyla bugüne gelmiş bir ülke değiliz. En yumuşak tabirle ayıplarımız da mevcut. Bu ayıpların belki de en göze batanının kurbanıdır Adnan Menderes.

İstiklal madalyası ve eğitim hayatını taçlandırdığı hukuk ihtisasıyla yeni kurulan devletin içinde bulunmaması imkansızdı. İlk önce, cumhuriyet gibi bir rejimde nasıl gerçekleştirilmiş olduğu hala muamma olan tek partili yönetimde yer buldu kendisine. Daha sonraları bu tek partinin hakim olduğu zihniyete karşı çıkan grubun en önde isimlerimden biri haline geldi. Özellikle İsmet İnönü'nün devletin, tüm tarım topraklarının %70'ini elinde bulundurması yetmezmiş gibi kalan kısmının da önemli bir bölümünü kamusallaştırmak istemesine karşı mecliste yaptığı etkili konuşma yıldızını iyice parlattı.

O zamanların Sovyetler Birliği'nden etkilendiği her hareketinden belli olan Chp zihniyeti, yine etkilendiği zihniyet gereği kendi içindeki bu demokrat-liberal düşünce sistemine hazmedemeyip, farklı düşünceye sahip milletvekillerini ihraç etti. İhraç olanlar arasında olan Adnan Menderes diğer önde gelen arkadaşlarıyla yeni bir parti kurdu.

Bu nokta tarihimizin belki de en önemli kırılma noktasıydı. Çünkü o güne kadar kurduğumuz cumhuriyet tam anlamıyla yerine oturmamıştı. Kurulan rejim kuruluş amaçlarını birer birer görmezden gelerek, 'halk için' desturunu 'devlet için'e dönüştürmüştü. Tüm bunlara rağmen yapılan ilk seçimlerde Chp %85 gibi mümkün olmayan bir oy almıştı. Tabii bunun gerçek olmadığı besbelli ortadaydı.

1946 seçiminin bir özelliği vardı. O zamanki 'ileri demokrat' yönetimimiz seçimleri 'açık oy gizli tasnif' kuralıyla gerçekleştirmişti. 'Bunca yıldır neden seçim yapmadığınız belli oldu' dedirten bir kuraldı bu. Halka o kadar güvenmiyorlardı ki, atılan oylarla değil kendi söyleyecekleri oy oranıyla seçimi kazanmaya çalışmışlardı. Nitekim seçimde yaşanan 'Demokrat Parti milletveki adaylarının oy kullandığı sandıklardan bile DP'ye hiç oy çıkmaması' gibi olaylar bunun neden yapıldığının en açık göstergelerindendir.

Bu ilk 'seçimcik' veya 'sözde seçim'den sonra yapılan asıl seçimde, Chp'nin oy oranı %39'a düştü. Tahmin edilen üzere Demokrat Parti, Türkiye'nin seçimle başa geçen ilk 'demokratik' partisi oldu.


Adnan Menderes başbakanlığındaki 10 yılda Türkiye o zamana kadar hiç olmadığı biçimde dünyayla entegre olup, ülke içinde de gelişmeler yaşadı. Dünyada prestij göstergelerinden olan 'Time'a Kapak Olmak'la bu entegreyi de kıyısından köşesinden kanıtlamış sanki...

Statükonun o zamanki temsilcileri tabii ki buna yine karşı çıkmış ve Adnan Menderes'in ayağını kaydırmak için her şeyi yapmışlardır. Girilen tüm seçimlerde kaybeden Chp, medeti askerle yapılan işbirliğinde bulmuş ve 27 Mayıs 1960'da kara lekelerimizin ilkini hayata geçirmiştir.


Yapılan düzmece mahkemeler istenildiği gibi son buldurulup, istenilen kararlar hayata geçirildi ve Adnan Menderes'le 2 arkadaşı yazmaya başladıkları demokrasi tarihimizi kanlarıyla imzalayıp, Türk tarihindeki yerlerini aldılar.


İdam edilirken ailesiyle vedalaşmasını beklememeleri yetmezmiş gibi asıldıktan sonra fotoğraf çekmek için cesedini yeniden darağacına asanların insanlık anlayışıyla Adnan Menderes'in insanlık anlayışı arasındaki farkı anlamak için kendisinin infazdan önceki notu* bir hayli yardımcı olacaktır, vicdan sahiplerine!

17 Eylül, Adnan Menderes-Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'nun idam edildiği tarih. En azından bugünün hatrına demokrasi adına ne gibi diyetlerin ödendiğini hatırlayıp, ona göre hareket etmemiz gerektiğini anlarız!!!

Allah (cc) Rahmet Eylesin.

*'Kimseye dargın değilim. Kırgınlığım yok. Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda devletim ve milletime ebedi saadetler dilerim. Bu anda karımı ve çocuklarımı şefkatle anıyorum.'
Devamını Oku

Yaratıcı YokMUŞŞŞŞ


Geçen günlerde engelli dehamız Stephen Hawking'in yeni kitabının şerefine, yine yeniden tahrik edici manşet furyası harekete geçti. Bu sefer ki naralar zafer sarhoşluğu dolaylarındandı. Zafer, ateistlerindi!!!

Dehamızın dediğine göre, varlık var olmak için bir yaratıcıya muhtaç değilmiş. Bunu da okuyabildiğim kadarıyla yer çekim başta olmak üzere bazı kuvvetlere dayandırıyormuş. Bu doğa kuvvetleri, evreni var edip yok edebilirmiş. Bunun için de bir yaratıcı, olmasa da olurmuş!!!

Size de tanıdık gelmedi mi bu söylem. İnancı yok sayarken başka inançlar öne sürme geleneğine yeni bir örnek değil mi bu? Teorik fiziğin lideri kabul edilen biri bile çıkıp bunu yapabiliyorsa, ateist inancının bulunduğu noktayı artık iyice irdelemek gerek miyor mu? Eğer inançlara deneysellikten uzak olduğuyla ilgili karşı çıkıyorsanız, ortaya koyacağınız şeyin bu eleştiriden uzak olması gerekmez mi acaba?

Varlıkla ilgili tarih boyunca temel iki teori vardır, hep varola geldiği ve sonradan varolduğu. İlki ateist dininin, ikincisi ise inanç dinlerinin söylemidir. Ateistlerin, yaratıcı inanç sahiplerine 'sizin tanrınızı biz ölçümleyemiyoruz, bu sebeple yoktur' demeleri kendi sözde bilimsellikleriyle ne kadar da tutarlı öyle değil mi? O ağızlarından düşürmedikleri bilimsellik, labaratuvar deneyleri ışığında yapılan analizlerle ilerlemeyi salık vermiyor mu? Bir şeyi ölçümleyemediğinizde o şey yok mudur yoksa henüz o şey hakkında yeteri kadar malumata sahip mi değilsinizdir?


Evrenin varoluşuyla ilgili en elle tutulur teori günümüz itibariyle Bing Bang Teorisi. Bu teorinin bile tamamen kısmi pratik sonuçlar vermesi, kesin hükümler ileri sürerken bizleri biraz da olsa düşünmeye sevk ediyorken, Planck zamanıyla (büyük patlamadan sonraki ilk an anlamında) ilgili bile henüz elle tutulur sonuçlar elimizde yokken, patlamadan öncesiyle ilgili bu denli büyük 'lokma'lar yemek de ne oluyor pek sayın Hawking!
Devamını Oku

Devil - Kim Kim Kim Kim Kim? Cevap Veriyorum, Kız :D


 Her ne kadar gerilim türünden pek hazetmesem de dikkatimi çekebilmeyi başarabilmiş bir film Devil. Bir gökdelen asansöründe mahsur kalan 5 kişinin hikayesi anlatılıyor fragmandan anlayabildiğimiz.

Unbreakable, Signs, The Village ve The Happening gibi kalbur üstü gerilim filmografyasını The Sixth Sense gibi üst düzey bir filmle taçlandırmış olması, M.Night Shyamalan'ı gerilim filmlerinde söz sahibi kılıyor nezdimde. Bu referansın üstüne fragmanıyla bile gerebilmiş olması beklentileri bir hayli yükseltti Devil.

Şeytan hiç asansörde mahsur kalır mı yaff, illa bi şeytanlık düşünüyordur oleyo.gif

Devamını Oku

16 Eylül 2010 Perşembe

Morinho'ya Part-Time Antrenörlük


 2012 Avrupa Şampiyonası grup maçlarında istediği sonuçları bir türlü alamayan Portekiz en son teknik trektörünü kovmuştu. Birçok teknik adam bu güzel kadrolu ve dahası futbol potansiyeli olan ülke takımının başına geçmek istediğini söylemişti. Maradona bile açıkça söylemişti Portekiz'in başına geçmek istediğini. Ama Portekiz'in gönlü başkasındaymış meğer. 'Special One'a teklif götürmüşler ve denilene göre birkaç pürüz dışında sıkıntı kalmamış.

Morinho bu sene başında İnter'den Real Madrid'e geçmişti. Haberi ilk anda duyan herkes 'ya daha 1 ay olmadı Real'e geleli ne işi var Portekiz'de'  diyebilir ama işin aslı öyle değil. Gruptaki ilk iki -kötü- maçtan sonra puan kaybına tahammülü olmadığından verilecek uzun araya en az zararla girmek istiyor Portekiz. Bu sebeple 2 maçlığına teklif götürmüşler.

Morinho'ya yakışır bu tip gariplikler :)
Devamını Oku

İnsan Değilsin Messi 1 / Barcelona - Panathinaikos


Bugünden itibaren tarihe tanıklık etmek adına, Messi'mizin maçlardaki üstün performanslarını bu başlık dizaynıyla postlayacam. Sedece Asist+Gol toplamının 4 ve üstü olduğu maçları kapsamasını düşünüyorum ama atıp attırmadan da maçın yıldızı olabiliyor, o yüzden herhangi bir kriter de getirmek istemiyorum. En fazla silerim :D

Şampiyonlar Ligi grup ilk maçlarında Yunan temsilcisiyle karşı karşıya geldi Barcelona. 'Büyük takımlara erken gol atmayacaksın abi, özellikle deplasmanda oynuyorsan' düşüncemi doğrulayan bir maç oldu. 20. dakikada Sydney Govou'yla golü buldu ama kendi adlarına keşke bulmasalardı. Bu dakikadan sonra Messi şov başladı. 3. goldeki 'ipe serme' işlemi ve son goldeki mükemmel asist klasik Messi muamelesi. Toplamda 2 gol, 2 asist, 1 penaltı kazanıp-kaçırma ve toplamda 3 kez direklere takılma.

Uyuyan devi uyandırırsan olacağı bu. Sonuç Barcelona 5 - Panathinaikos 1.

Devamını Oku

15 Eylül 2010 Çarşamba

The Debt - Geçmişin Hesabı


2. Dünya Savaşı'nda yaşanan yahudi soykırımı temelli filmlere biri daha ekleniyor. Sinema sektöründe en çok kullanılan, üzerine en çok hikaye bina edilmiş tarihi olaydır 2. Dünya Savaşı. Ama filmin dikkat çekme sebebi bu popüler konusundan daha çok yıldız kadrosuyla alakalı.

Son yılların en popüler oyuncularından Sam Worthington, oyunculukta çığır açmayı rutine bağlayan Helen Mirren, Tom Wilkinson ve en sağlam Ceaser'imiz Ciaran Hinds.

Samimi olmak gerekirse Sam Worthington olmasaydı, kadrosuna rağmen bu kadar dikkatimi çekmezdi The Debt. 'Hangi filmde oynarsa izlerim abi' kalıbının son yıllardaki en güçlü adayı Sam Worthington'ın son 3 filmi, abimize dizdiğimiz tüm övgüleri doğruluyor gibi; T4: Salvation, Avatar ve Clash Of The Titans.

Filmimizin kısa hikayesi şöyle;
1965 yılında üç MOSSAD ajanının görevi, Nazi rejiminin savaş suçlulularını bulup ortadan kaldırmaktır. Aradan otuz yıl geçmiştir. Ukrayna'da eski bir Nazi kalıntısının olduğu ihbarı alınınca ajanlardan biri göreve çağrılır. Amacı kimlik değiştirerek olası şüphelinin gerçek bir Nazi olup olmadığını açığa çıkarmaktır.

Devamını Oku

Clash Of The Titans (2010) - Tanrılara Had Bildiren İnsanlar!!!


Her toplumun kendine has kavramları vardır. Hatta aynı kavramların farklı anlamları mevcuttur toplum sayısınca. Bu çeşitliliği gözlemleyebileceğimiz en bariz örnek sanırım din kavramıdır. Bazı toplumlarda sorgulamanın en yüce erdem olduğu söylenirken bazı toplumlarda boyun eğmektir asıl erdem. Günümüzde ise bu çeşitlilik toplum sayısından birey sayısına evrilmiş gözüküyor.

İnsanlar-Krallar-Tanrılar hiyerarşisine Titanları da sokmayı başararak, önemli bir fark yaratan medeniyetlerden olan Yunan mitolojisinin kısa seronomisi gibi film. İkincisinin de geleceği haberleri, bu seronominin devam edeceğini söylüyor bize. Daha çok, Tanrı karizması çizeceğiz gibi gözüküyor :D


Kahramanımız Perseus. Annesi, babası ve kızkardeşi olmak üzere tüm üvey ailesini öldüren Hades'ten intikam almak amacıyla büyük bir yolculuğa başlar. Bu yolculuk Perseus için özünde bir intikam mücadelesi olsa da yolculuğun ana teması zalim tanrılara artık birinin karşı çıkma vaktinin geldiğini düşünmesidir.


Olmypos Dağı tanrılarının varlıkları güçlerine, güçleri de insanların onlara dua etmeleriyle bağlıdır. Titanların hükümdarlığını bitirdiğinden beri Zeus insanları sever ve insanlardan devamlı dua almıştır ama son zamanlarda güçlenen Hades, insanları tanrılara karşı kışkırtmıştır. Habeş kralı olan Kepheus'un karısı Kassiepeia, kızı Andromeda'nın Afrodit'den bile daha güzel olduğunu, tanrıların insanlara muhtaç olduğunu ama insanların tanrılara muhtaç olmadığını söyler. İnsanlardaki bu davranışlar Zeus'un dua hasılatına güçlü bir darbe indirir ve Hades'in oyununa kolayca düşer.


Hades insanların katledilmesinin ya da bu küstahlığın objesi olan Andromeda'nın kurban edilmesinin yerinde bir davranış olacağını söyler Zeus'a. Bir başka mitde Andromeda'nın Nereid'le kıyaslandığı için babası Poseidon'un bu teklifinde Hades'i desteklemesi tutarlı bir resim koyuyor önümüze. Sonuç olarak artık ya Andromeda kurban edilecektir ya da Argos dünya üzerinden silinecektir Kraken marifetiyle.


Kraken'i yenebilmek için Medusa'nın bakıldığı zaman taşa çeviren gözlerine ihtiyaç vardır. Gözlerine bakmadan Medusa gibi bir canavarı yenebilmek bile imkansızken kafasını almak çok daha imkansızdır. Taş kesileceklerini bilmelerine rağmen insanoğlunun fedakarlık ve cesaret gibi üst sınıf erdemleriyle görev başarıyla yerine getirilir.

 

Andromeda ve Argos kurtarılmış, insanlık artık yeni bir mesih kazanmıştır. Pegasus'u, kişiye özel parıldamalı kılıcı ve yeniden hayat bahşedilen Io'suyla Perseus ikinci filmde bizleri bekliyor...

Sam Worthington iki filmdir mesih rolüne iyice alışmış gibi görünüyor. Hava hakimiyetinin ne kadar güçlü olduğunu, Avatar'da Toruk Makto'ya binebilmesinden sonra Clash Of The Titans'da kimsenin binmeyi başaramadığı Pegasus'a binerek, gösterdi.
Devamını Oku

13 Eylül 2010 Pazartesi

Luther (2010) - 2010'un Bombası!!!


İzleyeceğim şeyin ne olduğunu spoi yemeden öğrenme gibi bir takıntıya sahibim. Bu da en çok dizi-mini dizi ikileminde zorluyor Beni. Bazı diziler mini dizilerle bazı mini diziler de dizilerle karışıyor çoğu zaman. Bu durumun tavan yaptığı genel bir problem kaynağı var; İngiltere. Adamların dizileri birkaç istisna dışında hep az bölümlü. Böyle olunca Benim takıntı iş başına geçiyor ve İngiliz dizilerine istemsiz bir ambargo uyguluyorum. Zamanla bu ambargo uzuyor ve o dizi 'izlenmeyecekler' arasına girip gündemden kayboluyordu.

Luther dizisinde şöyle bir durum vardı; dizi başlamış ve bitmişti. Buraya kadar güzeldi çünkü bu durumda toplam 6 bölümlük bir mini dizi olmuş oluyordu ama izleyenlerin konunun bir yere bağlanmadığını iddia etmeleri, dizinin bitmediğini söylüyordu. Bu sefer de Luther bir dizi olmuş oluyordu ama işin kötü tarafı görünürde 2. sezonla ilgili hiçbir haber yoktu. İşte bu ruh halinde günler gelip geçiyordu. Uzayan ambargoların diziyi gündemden kaldırma yanetkisi de her şeye rağmen Luther'a sökmemiş ve hala 'izlesem miler' arasında kalmayı sürdürüyordu.


Aslında önce diziyle nasıl tanıştığımı söylemek, bu kadar bekletip de neden 'izlenmese de olurlar' arasına girmediğini daha net açıklayabilir Luther'in. -Başta çevirmeni olmak üzere- diziye hatırı sayılır bir ilgi yoğunlaşmıştı. Tabii bu ilgiden ister istemez etkileniyorsunuz. Tüm imzaların 'Luther da Luther' diye dolup taştığı bir forumda dolaştığınızı düşünün, kim etkilenmez oleyo.gif

Sonunda 'hacım psikopat mısın? En kötü ihtimal, izlediğine lanet okuduğun uzun filmlerden birini daha izlemiş sayarsın kendini' diyerek izlemeye koyuldum Luther'ı. (İzlemez olaydım!!!. Buna daha sonra döneriz)

Dizi üzerine konuşmadan önce karakterlerimizi tanıtalım.


Asıl oğlan bu, John Luther. Psikolojik geçmişini bilmiyoruz ama Psikopatoloji dalında en az Yar. Doç. luğa oynar diyorum. Bu savımı da yine kendimce ortaya attığım 'bir psikopatı anlamak, en az onun kadar psikopat olmakla mümkündür' savımla destekliyorum biggrin.gif


Diziyi izlerken Beni, 'yav bir yerden çıkaracam ama nerden... nerden... nerden' içgeriş komasına sokan bu ablamızın adı Alice Morgan. Daha sonra zor da olsa anımsadım The Prisoner'da oynadığını ama çok da farketmezmiş. Demekki The Prisoner'da o kadar etkilememiş ki sadece gözsel bir hafıza üretmiş. Ama Luther'da nasıl bir oyunculuğu var anlatamam, resmen sınıf atlamış. Bu karakter, yukardaki tezime tez uydurma nedenim aynı zamanda.


Ian Reed. John Luther'ın ofis arkadaşlarından. Birbirlerine verdikleri destek gözyaşartıyor biggrin.gif


Diziye bizimkinin yeni yancısı olarak giriyor ilk başta. Justin Ripley mesleğe yeni başlamış, adalet duygusu henüz yıpranmamış, enerjik, işine önem veren genç bir polis.


Rose Teller. Luther'ın amiri. Abimize zor anlarında devamlı destek çıkmasıyla ön planda. Hiştt, durun aralarında bir şey yok. Sadece departmanın en gözde memurunu kaybetmek istemeyen, işini iyi yapan bir amir.


İlk başlarda sevimsiz gelen bu amcamız, Martin Schenk. Memurlarla ilgili şikayetlerde, var olan şikayetleri inceleyen biri. Bir nevi müfettiş-dedektif. Bizimkiyle pek anlaşamıyor.


Rome'u izleyenler hemen anımsamıştır eminim bu oyuncuyu. Güzel Niobe, burda Zoe Luther'ı canlandırıyor. İzlerken 'bu kadının kaderi hep böyle aldatan kadınları canlandırmak mıdır yavv' dediğimi anımsıyorum biggrin.gif


Ve son olarak 'Zoe'nin sevgilisi/Luther'in imtihanı' Mark North. İyi niyetli bir abimiz ama ne olursa olsun Luther'a bunu yapmayacaktın olummm oleyo.gif

Luther, öncelikle polisiye ve kriminal altbaşlığında gerilim-dram türünde bir dizi. Karakterlerden de anlaşılacağı üzere baş kahramanımızın adından geliyor dizinin ismi. John Luther diziye sadece ismini vermiyor. Bunun yanında aksiyonu fulleme, dramın dibine vurdurma, (yer yer senaristi tanıyormuşçasına çözdüğü bilinmezlerle) hikayeyi taşıma gibi görevleri de tek başına üstleniyor. John Luther'a bu payeleri vermek insiyatif kullanarak yapılan bir şey değil. İster istemez bunlar dökülüyor ağızdan ama bu durum diğer karakterleri silen bir pozisyon oluşturmuyor. Tüm karakterlerin ayrı bir ağırlık taşıması dizinin en önemli sağlamlık göstergelerinden biri olsa gerek. Bir başka gösterge ise müzikler. O ruh dinlendiren açılış ve kapanış müziği resmen süper. Massive Attack yapınca yapıyor abi (bkz House MD)!!!

Dizimiz John Luther'ın kişiliğini anlamamızı sağlayacak bir suçlu kovalamacasıyla başlıyor. Bu suçluya olan davranışı 6 bölüm boyunca izleyeceğimiz John'un nasıl bir geçmişe sahip olduğunu ve olayları nasıl hallettiğine dair ipucu seromonisi sağlıyor bize. Adaleti biraz hard tanımlayan yapısıyla John Luther, hem başarılı hem de tepki alan bir polis memuru. 'Zeki ama yaramaz çocuğu olan aile psikolojisi'ne sokuyor üstlerini her seferinde.

Dizinin ilk 4 bölümü farklı suç hikayelerini işliyor. Ne yalan söyliyim 5. bölüme kadar yalandan göze aldığım sonuçla karşı karşıya kaldığıma iyice inanmıştım. Artık bitse de kurtulsam ruh haline girmiştim ki, ilk bölümden beri birbirinden alakasızmış gibi görünen her ayrıntı karşıma mükemmel bir binanın tuğlaları, süper bir resmin fırça darbeleri veya muazzam bir kitabın sayfalarıymışçasına dikildi. 'O anlar'da yaşadığım hazzı sanırım çok az filmde yaşadım.

Bu haz 6. bölümünle beraber zirve yapıp 6. bölümün son sahnesiyle beraber yerini garip bir şeye bıraktı..... şiddetli merak!!!

Ciddi ya 'şimdi ne olacak?' oleyo.gif


                                                                                                                 Mehmet Bulut
Devamını Oku

Kemal'in Dediğini Yap, Yaptığını Yapma :D

                           Yorumsuz bir şekilde Kılıçdaroğlu karikatürleri...


Veeeeeee

 
Devamını Oku

Türkiye Kararını Verdi: EVET!!!


Türkiye tercihini yaptı ve 1982 darbesini nihayet istemediğini resmen tescil ettirdi. Öncelikle bu konuya odaklanmak gerekiyor önümüzün açık olması için. 1982 darbe anayasasının ifade ettiği birkaç nokta vardı ki, tüm bunlara ekseriyetle karşı çıkılmış olması aydınlık günler için hepimizi biraz daha umutlandırmış oldu.

Keyfi yargı kararları, devletin tüm kurumlarının belli bir anlayışla dolup taşmış olması, sandığa güvenmesinin imkansızlığını anlayan çevrelerin medeti hep ya üniformadan ya da cübbeden beklemesi, demokrasimize (özellikle) 1961'den bu yana ciddi darbeler indiriyordu. Özal'ın ikinci dönemiyle başlayan sivilleşme çabaları, Özal'ın ölümüyle sekteye uğramıştı. Daha sonraları seçim kazananlar tam bir seçim muzafferi olamadıklarından mıdır bilinmez, demokrasinin evrensel tanımlarını hep görmezden geldiler.

1997 ile de postmodernliği tartışılır bir darbe gelip tüm ümit soluklarımızı kesmişti ki; darbe, halkı daha öncekilerde olduğunun tersine sindirEmedi. Bunun yerine dipte mükemmel bir fokurdama başladı. Askere cömertçe verilen Mehmetçik payesi düşünülmeye başlandı. Daha sonraları görülecekti ki, askeriye çift tanımlı ilerliyordu güzel ülkemde; Kuvay-i Milliye'nin özruhunu oluşturan Mehmetçik anlayışıyla devlete çöreklenmiş, kan emici, ne idüğü belirsiz anlayış.


Halk artık bir arayıştaydı. 1997'de askerden korkup istifa eden Necmettin Erbakan'ın güvenirliliği kalmamış ve modası geçmişti. Kendi partisi de bunun farkındaydı ki içlerinde büyük bir dağılma yaşadılar. Yenilikçi kanat denilen şuanki AK Parti kurmayları partiden sansasyonel bir kopuş yaşadı. Diğer tüm partilerden küçüklü büyüklü katılımlarla bir koalisyon partisi kurma çalışması başlattılar. Sonunda özellikle Dyp, Anap ve Mhp temsilcilerini içine alan ana komutasının da Milli Görüş'ten kopan yenilikçilerin elinde olduğu AK Parti karşımıza çıktı 2001'de.


Ekonomik çöküşün içinde olduğumuz yıllardı. Bir gecede 47 milyar doların nereye gittiği belli olmayan günlerdi. Devletin başının Keberos misali çatallandığı günlerdi. Çatırdamaya başlayan koalisyonun çökmesi uzun sürmedi Şubat 2001'den sonra. Erken seçime gidilirken halkın önünde, güvenini kaybetmiş var olan tüm partilerle henüz 1 yılını anca doldurmuş, enerji dolu, şiir okuduğu için girdiği hapishaneden bilenerek çıkmış genel başkanıyla AK Parti vardı. Seçim bazılarının beklediği bazılarının da hiç ihtimal vermediği gibi AK Parti'nin üstün başarısıyla sonuçlandı.

Bu genel değerlendirmeyi yapışımın bir nedeni var. Bu nedeni anlamamak şuanki değişimin anlaşılamamasının tek sebebidir. Halkı kölesi gören anlayış, halkı darbelerle sindirdiğini düşünse de, bunun böyle olmadığının bir kanıtıdır bu. Devlet kurumlarını arkalarına aldıktan sonrasının teferruat olduğunu sananların, ne denli bir uyku halinde olduğunun kanıtıdır bu. Demokrasilerin olmazsa olmazı olan halkın irade gücünü gözardı edenlerin, nerelere geleceğinin kesin sonudur bu. AK Parti'nin 3 Kasım 2002, 28 Mart 2004, 22 Temmuz 2007, 22 Ekim 2007, 29 Mart 2009 ve son olarak 12 Eylül 2010 başarılarını anlamanın gerekliliğini hala anlamamakta direnen muhalefetin, ne denli bir kör inat içinde olduğunun ispatıdır bu.

Tüm karalamalara, iftiralara rağmen halkın  ekseriyetini AK Parti'den uzaklaştıramadıklarını her seçimde görüp, her defasında bundan ders alamayan tek muhalefet anlayışı da sanırım bizim memlekette vardır. Siyaseti ihanet çizgisinden uzaklaştırmadıkça ve demokrasi anaçizgisine sokmadıkça gelen başarıların geçici olduğunu bir kez daha göstermiştir çıkan bu EVET sonucu.

Referandumla ilgili birkaç notu da paylaşmak isterim bu girişten sonra;
-Yine bir defa daha gördük ki Ege ve Akdeniz kıyı şeridinin önyargısını kıramamış AK Parti.
- (Beklendik bir sonuç olsa da) Tunceli ili, 2002'den bu yana AK Parti'ye geçit vermeyen tek il olma özelliğini taşımaya devam ederek dikkat çekmeyi başarıyor.
-Bdp'nin Güneydoğu ve Doğu Anadolu'da etkili olması beklenen boykot kararı ne yazık ki önümüzde kara bir leke olarak duruyor. Özellikle Hakkari'deki %7'lik katılım oranı vahim bir sonuç.
-Referandum kampanyalarının başından beri denilen Mhp'nin taban sorunu realiteye kavuşmuş durumda. 1982 darbesinin özmağdurlarından olan ülkücü gelenek, davasına sağdık kalarak 'Devletsel devlet anlayışı'nı revize ederek, çıkış noktaları olan ve şuanda AK Parti'nin temsil ettiği Milli İrade'de karar kılmış gözüküyor.
-Chp'nin referandumu seçime döndürme çabaları işe yaramamış gözüküyor. Referandum meydanlarında, seçim vaadlerinde bulunan Kılıçdaroğlu, söylediği şeylerin arakasında 24 saat bile duramamasının cezasını daha çok çekecek gibi duruyor.
-Chp'nin her şeye rağmen diriliği devam ediyor. Oylarını koruduğu belli, tam olarak bir analiz imkanımız olmasa da.
-Mhp'nin birkaç ankette çıkan baraj sorunu, referandum sonuçlarıyla birleşince sanki realize olmuş durumda.


Son olarak Kılıçdaroğluna değinmek gerekir diye düşünüyorum. Gerçi uzun bir başlık açma niyetindeyim ama şimdilik referandum özelinde iki-üç şey söylemekle yetineyim.

Zaman Gazetesi'nin 6 Ağustos 2010 tarihinde Kılıçdaroğlu'nun oy kullanamayabileceğini haber etmesi ve bunun üzerine Chp'nin haberin asılsız olduğu yönündeki açıklaması üzerinde uzunca düşünülmesi gereken bir nokta. Kılıçdaroğlu'na yönelttiğim 'meclise giremezsin demedim, Lider olamazsın dedim' eleştirimde Beni haklı çıkaran bir gelişmedir, Kılıçdaroğlu'nun oy kullanamaması. Hayır oyunun mihmandarlığını yapan bir kişinin hayır oyu verememesi, dünya demokrasi tarihine şimdiden altın harflerle kazınacaktır.


Kılıçdaroğlu'nun hayır diyememesiyle ilgili espriler şimdiden gündemdeki yerini aldı;
-Bdp'den son dakika açıklaması: Kılıçdaroğlu'na oy kullanmaması yönünde herhangi bir baskıda bulunmadık!!!
-Bdp'den yeni açıklama: Kılıçdaroğlu'nun boykot edeceğini bilseydik seçim ittifakı yapardık.
-Chp referandumun iptali için Anayasa Mahkemesi'ne gidecekmiş. "Bizim başkan oy veremedi sayılmaz" diyolarmış..
-Kemal'in dediğini yap yaptığını yapma :)
-Kılıçdaroğlu'nun oy kullanamamasını Chp Hayır diyerek yalanladı, Kemal Kılıçdaroğlu ise bu konuyu arkadaşlarım araştırıyor rapor hazırlanacak, çözeriz dedi.
-Seçim sonrası mikrofonlara konuşan Kılıçdaroğlu; benim atmam önemli değil, önemli olan takımın atmasıydı :D
-Sen o kadar hayır mitingi yap bir hayır'ı esirge, hayır'sız insan.
veeeeee
-Bir oy'una sahıp çıkamayan, koskoca ülkeye nasıl sahip çıkabilir Allah aşkına!!!
Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...