14 Aralık 2011 Çarşamba

Melancholia (2011) - Aciziz, Yalnızız ve de Öleceğiz... Ver Elini Ey Hüzün!

Orijinal boyutlar için resimlerin üstlerine tıklayınız

Herkesin ya çok iyi ya da çok kötü duygular beslediği yönetmenlerden Lars von Trier'in son filmi Melancholia, kadrosu ve kişisel varoluşumu nitelendirdiğim kavramların(!) en nadidelerinden birinin isim sahipliği yapacak olması sebebiyle geçen seneden beri beklediğim filmler arasındaydı. Haliyle çok büyük beklentilerle başladım filme. O kadar zaman bekleyip de daha az beklentiye sahip olmam imkansız gibiydi zaten. Hatta ne kadar iyi bir film çekilmiş olsa bile burun kıvırmam içten değildi. Büyük olasılıkla kendi ellerimle büyüttüğüm beklentimin kurbanı olacaktım, diğer birçok filmdeki gibi. Lakin eleman öyle bir giriş yapıyor ki filme, orada kilitli kalıyorsunuz daha film başlar başlamaz. Bütün o bekleyişin heba olmadığına dair ilk emareler bile gelmeden onay veriyorsunuz, 'boşuna beklememişsin' replikleriyle tatmin olmaya çalışan beklenti merkezinizin durum raporlarına.

Uzun zamandır denk gelmediğim mükemmel açılışlardan biriyle başlıyor film. Aynı kalitede kozmik görseller, aynı ahenkte klasik müziğin kullanımı vs ile ikinci bir The Tree of Life vak'asıyla karşı karşıya olduğunuzu sanıyorsunuz ilkin. Gerçi daha sonra olay tamamen farklı gelişiyor ama The Tree of Life'yi izlemiş olanların, içlerinden böyle bir şey geçirmeleri çok olağan. Filmin diğer tüm sahnelerini izlerken, artık bu girişteki resimleri görmüş biri olduğunuzun farkında olmaya zorluyorsunuz kendinizi! Vurgulamakta fayda var; bu her zaman böyle değildir!

Sayın okur, eğer spoilere bulaşmak istemiyorsan bundan sonra dikkatli ol. Ama benim tavsiyem, bu filmde spoilere fazla takılma. Zaten fazla ve habersiz verecek değilim. Ve de feci halde önemsiz durumda, spoiler denen şey bu film özelinde. Bak benim gibi spoiler almaktan fazla spoiler vermeye korkan biri bile spoilerli yazıyor, daha ne diyeyim :)


Karışıklık olmasın diye belirtelim. Filmin iki girişi var. Biri genel açılış sahnesi. Bunu yukarıda söyledim. Diğeri de düğün törenlerine gitmeye çalışan gelin-damat adayının, kiraladıkları(!) limuzinle kavisli ve dar bir yoldan dönmeye çalıştıkları sahne. İkisi de birbirinden güzel ve önemli sahneler. Hemen yukarıda da gördüğünüz üzere, o limuzin o yola göre değil. O yol için üretilmemiş araç. Oradan o limuzinle geçmek istersen ya limuzini gözden çıkaracaksın ya da geç kalmayı göze alacaksın. Hasılı zarara uğramadan oradan geçmen imkansız. Limuzinin kiralanmış olması da bir hayli manidar. Dikkatlere sunayım fazla açmadan; hayatlarımızı devam ettiren belki de en önemli şey olan nefesi bile bilinçli alamayan bir canlı çeşidiyiz. Neyimiz var ki..!

Burada, hemen bir şeyler canlanıyor zihinlerde (belki de canlanmalı!). Dünyanın şuan ki durumuyla ilgili, başta kendi tespitleriniz olmak üzere, birçok uyumsuzluk temelli algılar manzumesi diyebiliriz genel olarak bu canlanması gereken şeylere. Teknolojiye gereksiz olduğu dolaylarından yapılan eleştirilerden tutun, teknolojinin insan doğasını bozucu olduğuna dair inançlara kadar pek çok okuma yapılabilir. Bununla beraber; modern insanın (ne çok kullanılır oldu değil mi bu söz son zamanlarda!), sahip olduğu tüm nimetlere rağmen içine sıkıştığı ruhi darlıklar ve de kafanıza göre uydurabileceğiniz tüm sıkışmışlıklara kadar her şeyin resmi var diyebiliriz bu sahnede.

Daha dakika 1, gol 111111 muhabbeti dönerken zihninizde, filmin ismiyle müsemma bir karakter arz-ı endam eylemeye başlıyor ortalıkta. Ve bu bahsedilen sıkışmışlığı ruhunun tamamıyla özümsemiş her insandan beklenecek türdeki davranışların hepsini görüyoruz bu abladan, anbean (sekansbesekans :p). Karakterimizin adı Justine. Aslında bana çağrıştırdıklarıyla upuzun bir analiz hak ediyor kendisi. Trier -bu karakter özelinde- nerelerden esinlenmiştir, nerelere atıfta bulunmuştur tam olarak bilmemekle birlikte, benim algı dünyamda iki yazarın ve bu yazarların eserlerinin güzel bir harmanlaması olarak tezahür etti. İlgili eserleri keşke bu filmden kısa bir süre önce okumuş olsaydım da çağrışımlar daha güçlü olsaydı.


Bunlardan ilki Lawrence Durrell. Yazarın İskenderiye Dörtlüsü serisinin hem ilk cildine ismini veren hem de genel hikayenin başkahramanlarından olan Justine'yi hatırlamamak imkansız gibi, filmdeki Justine'yi izlerken. Kitaptaki Justine'nin psikolojik sıkıntılarının benzerlerini filmdeki Justine'de de görüyoruz. Lawrence Durrell'in, karakterine, kendi ruhunu içinde bulunduğu buhrandan kurtarmak için arzularına boyun eğdirişi gibi, Trier de kendi karakterine otokontrolden geçemeyecek hareketler yaptırıyor. Mesela düğün gecesi hiç tanımadığı birisiyle birlikte olabiliyor. Kitapta geçen "Sanki cennet yeryüzüne inmiş de ben ikisinin arasında kalmışım, bir iğne deliğinden soluk almaya çalışıyorum" gibi tamamen arada kalmışlık ve soluksuz kalmaktan beter sıkılmışlık öğelerinin hepsi mevcut filmdeki Justine'de de. Yine Durrell'in kitabında geçirdiği "Bir kentte sevdiğiniz biri yaşadığı zaman, orası dünya olur" ifadesi de tam manasıyla filmde sonu yaklaşan dünyayı tınlamayan, hatta ölümden korkan ablasına kızan(!) Justine'nin halet-i ruhiyesini betimliyor.

İkinci isimse tabi ki Marquis de Sade. Sadizmin kurucusu olan bu abimizin meşhur Justine'si de filmdeki Justine'yi var eden noktalardan biri gibi geldi bendenize. Hatta Sade'nin Justine isminde eseri veya yazdığı karakteri olmasaydı bile temellerini attığı sadizm dolayısıyla illa anımsanırdı, bu karakterden sonra. Zira filmde, melankoliden muzdarip olan Justine, Sade'nin Justine'sinin yaşadıklarından sonraki haline çok uygun. Hayattan yediği seri ve de şiddetli tekme tokatlardan sonra tüm dünyaya küsmüş, ağzının tadı kalmamış, gam denilen şey evinden fersahlarca ıraksamış; bunun sonucunda da sadizmle karışık bir melankoli kazanmış. Sanki Sade'nin bıraktığı yerden Trier devam etmiş karaktere. Filmde birçok sahne, buna ispat olarak gösterilebilir. Örneğin filmdeki Justine, düğün töreninin yapılacağı -ablası, eniştesi ve kendisinin yaşadığı malikanedeki- salona geç gelmesine rağmen, daha da geç kalmayı göze alıyor, daha açık ifade edersek, uzunca süre beklettiği konukları daha da bekletmeyi göze alıyor ve gidip çok sevdiği atına bir öpücük konduruyor. Ve bu kadar çok sevdiği, görmeden evlenemediği atını sırf söylediği basit bir şeyi yapmadığı için dövebiliyor. Masum bir melankoliden çok daha fazlası olunca insanın içine kurt düşmüyor değil tabii :)

Trier bütün bunların ışığında filmdeki karakter örgüsünü, Lawrence Durrell'in Justine'sini Sade'nin genel fikriyatıyla birleştirip üstüne bir de yine Sade'nin Erdemin Felaketleri eserindeki kardeş zıtlığını taçlandırmasıyla oluşturmuş gibi gözüküyor. Zira filmin ikinci bölümünün üzerine kurulduğu Claire karakteri, tam manasıyla Justine zıtlığıyla resmediliyor film boyunca. Claier'e girmeyeceğim ama tam manasıyla Justine'nin zıttı demiş olayım. İlk yarı boyunca başımızın üstünde taşımak için birbirimizle kıyasıya mücadele edeceğimiz Claire, ikinci yani kendine özel bölümde, Niagara Şelalesi'nde sırası gelen su zerrelerini bile yaya bırakacak kadar hızlı düşüyor gözümüzden. Kısacası, bakınız Erdemin Felaketleri'ndeki Justine ve ablası zıtlığı.

Bu genel girişten sonra yapmanız gereken tek şey, havada uçuşan bu tip atıf ve metaforları yakalamak. Filmden haz alıp almamanız arasındaki ince çizgi tamamen burada yatıyor sanırım. O metaforlardan birazını ıskalarsanız çok renksiz bir film diye etiketlememeniz pek de mümkün gözükmüyor bu yapımı.

Burada inceleme yapmayacağım ama filmin girişindeki uyumsuzluklar güzellemesi her şeyi en başından sunuyor zaten izleyiciye. Bunun daha, insanın ölüm karşısında takınması gereken müthiş aldırmamazlık prensibi var. Bu prensibin olmazsa olmazı olan aidiyet duygusunun tatmini var. Bu tatmine sahip olabilmek için içine girilebilecek bir çatı ihtiyacı var. Ve en sonunda tüm bu zincir halkalarının oluşturduğu din kavramı var! Sonra, başta tabi ki Millais'e (ki filmin afişi bu abimizin Ophelia eseridir, esinlenme değil sanırım bu durum :)), Caravaggio'ya (Judith'in Asur Kralı Holofernes'in başını kestiği tablosu, filmdeki düğün töreninin gelişimine çok büyük paralellikler gösteriyor) ve daha benim atlamış olma ihtimalim olan birçok sanatçıya yapılan atıflar var. Modernizmin kapitalizmi körüklemesine inat saf sanatçılık duyguları kabaran karakter davranışlarıyla bu tür atıfların bini bir para filmde. Ölüm var, din var, acizliklerin insan zihninde yarattığı buglar var. Çok var sayın izleyici. Sanıyorum ki say say bitmez. Bir daha izleyeceğim büyük olasılıkla. Bakalım yakalanan şeylerdeki nicelik farkı ne olacak, nitelikten ziyade :)


Oyuncu seçimlerinde de büyük incelikler yattığını düşünüyorum. Karakterleri canlandırması için seçilen oyuncular, filmin diline müthiş uymuş. Hatta sanıyorum ki, film için yazılan karakterleri kimlerin canlandıracağını baştan düşünmüş Lars von Trier ve öyle yazmaya başlamış bu karakterleri. Kiefer Sutherland'ın 24 dizisindeki canlandırdığı Jack Bauer karakterini bilmeyen yoktur sanıyorum. Jack Bauer ki, tüm imkansızları mümkün, tüm yokları var kılan süper bir kahraman. Belki de süper kahraman :) Tek başına 47 nükleer saldırıyı defedip Amerikan Başkanı'na yapılan 392 süper kurgulanmış suikastı engellemek, kendisi için yolda yürümekten farksız bir ajan. Şuan halihazırda dizinin 4. sezonunu izlediğimden, Nasa'yla bilmem neyle protokollere girip vakit kaybetmemek adına, uzaya zıplayarak çıkması gibi şeylerle cvsini zenginleştirmiş olma ihtimallerini görmezden geliyorum :) İşte böyle bir karakterdir Jack Bauer.

Kiefer Sutherland'ın filmde canlandırdığı karakter ise tam anlamıyla bir korkak. Sorumluluklarına lümpence sahip çıkıp kaptanı olduğu gemi batmaya başladığında ilk kaçanlardan biri. Jack Bauer karakteriyle bütünleşmiş bir oyuncunun, bu filmdeki 'J'ohn karakterini canlandırması inanılmaz bir atıf gerçekten de. Tabii bunun altındaki başta Hollywood ve Amerikan rüyalarının masalımsı yalancılıklarının teşhirini yakalamak çok da zor değil.

Uzatmak istemiyorum. Tamamen kişisel bir yazı olsun istedim. 'İyi bir film ayakkabının içinde kalmış bir taşa benzer' lafını etmiş bir yönetmenden, lafıyla müsemma bir filmi izleyip de tanıklık etmemek olmazdı. Kişisel sorumluluğumu yerine getirmenin mutluluğuyla sevmese bile izlemesini öneririm herkese Melancholia'yı. Ve çok büyük ihtimalle bazılarımız sevmeyecek. Ama bir daha vurgulamakta fayda görüyorum, izlenmeli!


Ve en son olarak da filmin finaline gerektiği gibi saygılarımı sunayım. Karakterlerin nasıl kişiliklere sahip olduklarını çok sarih bir şekilde bir daha anlatan o 2-3 dakika, izlediğim en iyi finallerdendi. Melankolisinin doruklarında gezinirken eve bile dönemeyen, önüne konan yemeği bile yiyemeyen, kaldırılmasa uykusundan bile uyanamayan o Justine, finalde 10 kaplan gücüne ulaşıyor. Yukarıda da hatırlattığım üzere, gözümüze sokulan tablolardan Ophelia'nın hüznü ve Judith'in cesareti voltranı oluşturuyorlar sanki. Kardeşinin tüm eksikliklerini kapatan, o güçlü abla profili çizen Claire ise artık kaçınılmaz felaketin son rötuşlarını, hızıyla tüm varlığın gözüne gözüne sokan metaforik gezegenimizin gelişine hala kahroluyor. Eriştiği sonu kabullenemiyor. Hatta kaçınılmaz sonun berraklığıyla o an için varlık aleminde en yakını olan kardeşinin ve oğlunun ellerini, rahatça ağlamayı seçerek bırakıyor. Felaketi, Justine'nin sırtını gezegene dönerek beklemesiyle ablasının tüm bu gereksiz çırpınışlarını aynı potada gören gözler için büyük dersler var sanki, bu finalde :)

6 yorum:

  1. Bence şuana kadarki yazılar içindeki en iyisi. Keşke bu şekilde yazmaya devam etsen :)

    Ama diğerlerinde bu kadar çoşma tamam mı. Abicim nasıl farkettin onları. Senin farkettiğin kişilerin adlarını bile duymadım ben :) Süper olmuş, eline sağlık. Orda burda yaydım haberin olsun :)

    YanıtlaSil
  2. Ben bunların hiçbirine vakıf değildim ama yine de severek izledim. Justine karakterini bu gözle izlemek ayrı bir tad olsa gerek. Finaldeki dediklerinizi de kaçırmışım. Baştan mı izlesem diyorum :)

    Elinize sağlık müthiş olmuş, müthişşş.

    YanıtlaSil
  3. Ağzına sağlık. Keyifle okudum. Çok güzel olmuş yazı.

    YanıtlaSil
  4. Bu yazı cidden aşıyor beni. Yorum yazmak için gittiimm geldimm gittiimm geldimm.. Çekindim. Çünkü eline sağlık diyebilirim, başka da bişi diyemem o da az gelir :)

    MaşaALLAH yaHuu. Yazı Konuşuyor!

    YanıtlaSil
  5. Filmi izledim sonunda. Çoktandır erteliyordum sebebi ise 10.1' bi ekranda izliyor olmam değildi tabi:P Yazıdan sonra film o kadar büyüdü ki gözümde anlamamaktan korkuyordum bu yazının üzerine:)Eee izledim ve tabii bu çıkarımları yapabilemedim. Yazıdan bagımsız izlemiş olsamdı filmi yarıda bırakma ihtimalim oldukça yüksekti. Film bitse de yazıyı bir okusam diye filmin sonunu bekledim.

    Eline Sağlık!

    YanıtlaSil
  6. Sana bir şey diyeyim mi. Filmi izlemiştim. Yazıyı okudum da... İzlememişim gerçekten. Akşama bir daha izliyorum. Süper olmuş inceleme. Kitapları da okuycam. Hepsini her şeyi yapçam :D

    YanıtlaSil

Yorumunuz blog sahibinin onayından sonra yayınlanacaktır.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...