4 Eylül 2011 Pazar

The Maestro (2011) - Akan Hayatın Ritmi

 Orjinal boyutu için üstüne tıklayınız

Güzel ve farklı bir kısa filmle karşılaştım. "Hehhh" dedirttince Bana, belki başkalarına da dedirtir diye paylaşayım dedim :)

Kosmolojik değişim mi, kosmolojik varoluş mu desem, tam bilemediğim bir şeyin ekrana olabildiğince akıllıca yansıması olarak tasvir edebileceğim bir konsepti var filmin. Bunun yanında bu güzel fikri olabildiğince sade ele almışlar. Uzatmaya gerek yok, biraz dağınık ve söylemektense(!) sadece göstermeyi seçmiş Adam Anthony.

Gören gözler için, şu kainat kitabı, tam bir cevher. Adam Anthony'i de, haddimiz olmayarak, bu gören gözler dairesine girişinden hasıl kutlayalım :)


Devamını Oku

2 Eylül 2011 Cuma

Ayat-Ayat Cinta (2008) - Sevgi Ayetleri...

Kısa yorumlara ayrı başlık açmıyorum ama bu filme dayanamayacağım sanırım. Zira lazım! Az da olsa bişiler demem lazım ayrı olarak :)

Yönetmene sorsam, abi ne anlatmaya çalıştın, diye, büyük ihtimalle anlatamaz derdini. 2 saat gibi bir süreyi bu kadar ittire kaktıra bitirebilmesi büyük başarı! Ben çeksen büyük ihtimal 60., 70. dakika gibi son nefesimi verirdim ya da "yok hacı olmayacak belli ki zorlamaya gerek yok, bırakalım bu işi" derdim.

Hadi çok tutan bir romanı uyarlamak istedin, tamam. Veya uyarlattılar sana, ona da tamam. Abi ama lütfen, bari bu kadar niyetli çekmeyin şu filmleri. Bak sana ufak bir tavsiye. İslam dinini hayatına taşıma/yansıtma gayesinde olan insanları tavlamak istiyorsan, daha az kör göze parmak filmler çekmeye bak. Bu şekilde çektiğinde, kimseye yaranamazsın. Yarandıkların da sana bir şey katmaz.

Tensellikten kurtulmuş aşkı, insanlar soyut olarak bile anlatamazken günümüzde, bir de bunu perdeye yansıtmak bu kadar kolay iddia edilmemeli. Tabii bu iddiaya sahip olmak güzel, böyle bir dertlenmek de güzel ama bu iddiaya herkes sahip olmamalı. Zarar, diyorum. Daha da demeyelim şimdilik.

Şu filmi izleyen romanı uyarlanan yazar (Habiburrahman El Shirazy) ne hissetmiştir aceb? İnşaAllah filmin kenarında bucağında yer almamıştır da, ona da durduk yere yüklenmeyelim şimdi :)

Yine de Endonezya sinemasından bahsedemediğimiz bir duruma göre değerlendirmek gerekirse ve sevimli gelen birkaç şey(!) hatırına;

Ayat-ayat cinta (2008); 2 / 10
Devamını Oku

Maher Zain - Ya Nabi Salam Alayka



Devamını Oku

26 Ağustos 2011 Cuma

Hürriyet Kazanılmaz, Kaybedilir...


Gerçi eskisi kadar sık yazmıyorum ama bu aralar blogla daha fazla ilgilenmeye niyetliydim. Gelin görün ki özellikle birkaç gündür feci halde hastaydım. Her yaz illa bir kere nezle olurdum ama bu sefer ağır grip geçirdim sanırım. Ağız-burun-geniz-göğüs, solunumla ilgili ne varsa hepsi ayrı ayrı ağrıyıp işlevsiz hale geldiler. Bunun yanında gözler kıpkırmızı kesildi, gözyuvaları da garip bir sancı merkezi haline geldi. Başımdaki ağrıyı tanımlayamıyorum bile...

Gribi ilk defa bu kadar yoğun geçirdim sanırım. Ne ayakta durduruyor, ne yatırıyor. Ayakta durunca kafanız sanki 5-10 ton arası ağırlıktaymış gibi hissediyorsunuz, yattığınızda da sanki bir kapanın içindeymişsiniz gibi rahatsızlıkla huzurluksuz arası bir hisse kapılıyorsunuz. Tabii bunun 3-4 gün sürdüğünü düşününce, ufak bir cehennem simülasyonu yaşamış addedersem kendimi haksız sayılmam. Bazı alimlerin, hastalıkların kabir azabının azaltıcı görevini üstlendiği görüşü sanki buralardan çıkmış. Zira inanılmaz bed bir şey. Düşmanın başına vermesin Allah, o denli...

Efendim, çok az hasta olan biri olarak, neden bununla ilgili başlık açtığımı merak edenler vardır illa. Hemen yaymadan geçeyim asıl olaya. Her durumda illa bir şeyler yapma alışkanlığı olan ben, bu süreçte neredeyse hiçbir şey yapamadım. Yapamayınca da çokça düşünme vaktim oldu. Gözlerimizin önünde, her daim onlarla beraber yaşadığımız ama bir türlü göremediğimiz şeylerden tekiyle daha tanıştım bu 2-3 gün süresinde. Hemen adını söyliyeyim; Hürriyet.

Ne alaka demeyin. Hastalık denen şey inanılmaz halde zalim bir şey. Ne Nemrutlar, ne Firavunlar ne de Hallaclar yanına dahi yaklaşamaz bu şerefin. Anlattığım gibi gıdım hareket edemez hale getiriyor bünyeyi. Hani gelse Nemrut, atsa ateşe en fazla şehit olursunuz. Belki ateş dahi serin olur, ilahi emirle. Firavun gelse, deryaya kadar kovalar kıyamet gibi ordusuyla, en fazla boğulursunuz yine şehit olursunuz. Ama bu hastalık denen şey, başlı başına ayrı bir imtihan, ayrı bir zahiri zulüm.

Eksikliği sebebiyle tarih boyunca ölen insan sayısının tahmin bile edilemez boyutlarda olduğu hürriyet denen şey, zaten her daim elimizdeymiş de ne hikmetse görmüyormuşuz. Sağlıktan daha hürriyetle bağdaş olan bir şey var mı ki şu dünyada? Ama yine her ne hikmetse, zahiri hürriyetleri kazanan insanların/toplumların gözlerinde kolayca görülebilen o çakmak çakmak bakışlar, sağlıklı insanların gözlerinde hiçbir zaman görülmüyor. En azından ben görmedim. "Bugün de sağlıklıyım, aman Allahımmmm" repliği ne kadar da gerekliymiş meğer, hayat denen senaryoda...

Mazur görünüz, ufak ufak ayağa kalktığım birgünün ilk ışıklarıyla bu mutluluğu bir yerlere dökme ihtiyacı hissettim. Zira Hürriyet denen şey kutlanmalı değil mi? Hürriyet dolu bir sabahta daha başka ne yapılır ki bu durumda :-)

Elimizdekilerin değerini bilip bunlara hakkınca şükretmek sanki bir erdem değil de elzem bir şey. Ciddiyim :-)

Son bir ekleme yapmadan olmaz şimdi. Kanuni abim valla doğru demiş :-)

Herkese en sağlıklı günler.

Bi de en son bir ekleme daha yapalım. Her zaman illa dinlenmeli de, eğer böyle ağır hasta olduğunuz dönemler olursa ilaç niyetine bir parça paylaşayım. Benim en yakın doktumdur kendisi, bu tür durumlarda :-)

Ortadoğunun en huzursuz toprağından, en ferahlatıcı melodileriyle geliyorlarrr; Le Trio Joubran. Ve tabii en feci parçalarıyla; Masar...


Devamını Oku

12 Ağustos 2011 Cuma

İsimle Ateş Arasında - Kulun, Cellat Olması...

Hani bazı insanlar vardır, tanışmamanıza rağmen her zaman yakın bulmuşsunuzdur kendinize. Garip bir sıcaklık hissedersiniz onlara karşı. Sonra gün gelir tanışırsınız veya tanışıyorsanız da aynel yakine taşırsınız bu tanışıklığınızı ve önceden hissettiğiniz o sıcaklığın ne kadar yerinde bir duygu olduğuna kanaat getirirsiniz.

Bu tanışma, her zaman cismani bir yakınlığı ifade etmez. Devamlı mahallenizde gördüğünüz ama hakkında hiç malumatınız olmadığı biriyle alakasız bir yerde girişilen derin bir muhabbet de sağlayabilir bu tanışıklığı, o güne kadar sadece bir tanecik köşe yazısını okuduğunuz bir yazarın romanını okumak da...

Nazan Bekiroğlu tam da bunu yaşattı bendenize. Ya da bunu yaşatan son kişi diyelim kendisine. 2 sene kadar önce gazeteye yazdığı bir yazısını okumak dışında yazdığı şeylerle hiç alakası olmayan ama aynı zamanda her zaman çokça sempati besleyen ben, sonunda İsimle Ateş Arasında isimli kitabını okudum bu ablanın. Ve Nazan Bekiroğlu'nun eserlerini okumak için erteleyerek geçirdiğim zamana en kallavisinden sövme niyetini kursağıma kadar hissettim. Hani ikinci bir Elif Şafak vak'ası diyebilirim kolaylıkla. İkinci derken kronolojik olarak, yoksa Elif Şafak'tan daha daha vurdu Nazan abla. Kelimelerle oynayışına mı değinsem, aynı konu hakkında yıllarca sıkmadan yazabileceğine inandıran uslübuna mı bilemiyorum...

Çok samimi söylüyorum, kitap üzerine ne dense az kalır. Tarih var ama tarih değil... Aşk var ama nasıl aşk..? Yeniçeri ordusu üzerine -belki de- yazılmış olan en güzel metindir, İsimle Ateş Arasında. İnanılmaz akıcı ve vurucu... Kitap bittiğinde yapmak istediğiniz tek şey, biraz zaman geçmesini dilemek ve sonrasında yeniden okumak olacak zannımca. Zira kitap, "her roman yeni bir türdür" şiarını kabul ettirmek için şakaklara dayanan gül kokulu bir gönül silahı! Az okuyan biri olmamdan da kaynaklanabilir tabii, ama inanılmaz farklı ve tatlı geldi bana.

Nazan Bekiroğlu'nun dilini övmek bana kalmış mıdır bilmiyorum ama gönlünü övmeden duramayacağımı biliyorum. Yok böyle bir hüzün ehli... Okurken resmen üzülüyorsunuz. Ama kederden bağımsız bir hüzün bu; İçinde ümidi olan, neşesi bol bir hüzün... Hani müptela olunacak cinsten bir duygudan bahsediyorum. Modern yaşamın insan psikolojisine dayattığı "gül! kahkaha at! daha daha gül! olum ölecen nasılsa vur hayatın dibine! olsun gülmek istemesen bile mutlu görün! algı her şeydir, millet seni mutlu sansın yeter!!!" tipli, imajın her şey olduğunu, mananın o kadar da önemli olmadığını alttan alta avaz avaz fısıldadığı vesveselerine meydan okuyan bir hüzünden bahsediyorum. Belki, biz insanları(!) hayvanlardan ayıran bir duygu-dan, velhasıl...

Bu sefer uzatmayacağım, bu kitabı okuyun abiler-ablalar. Ben okuduktan sonra bildim ki, kağıdı tutuşturan kalemmiş. Hayatı anlamlı kılan kelimeler, kavramlar ve dahi isimler hep bu dumandan yükselirmiş! Okuyun ve en azından sizde neler çağrıştırdığını az da olsa ifade ediverin oraya buraya...
Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...