1 Ocak 2012 Pazar

21-31 Aralık 2011 Film Yorumları

Bu 10 günlük periyotta 12 film izlemişiz ve bir tanesine ayrı başlık açmışız. Birçok müstakil yazı hakeden film olduğunu söylemeliyim. Dolu dolu bir 11 gün geçti. Müstakil yazılı filmimiz;

- Page Eight (2011)


Son yıllarda hızla artan karakter odaklı filmler kategorisine kolaylıkla sokabiliriz bu filmi. Senaryosunun üzerine kurulduğu mevzuyla filmin genel naifliğini de bir arada düşününce, karakter filmimiz büyük bir dramaya dönüşüyor. Son zamanlarda izlediğim en iyi orta-üst dramalardan biriydi diyebilirim kısaca.

Gözlemlediğim kadarıyla drama sevenler tarafından bile yer yer sıkıcılık ve ne söylediğinin anlaşılmadığı gibi argümanlarla eleştiriliyor Beginners. Bense bu argümanların tam zıttı olarak, söylemek istediğini gümbür gümbür söylediğini düşünüyorum. Hatta her sahnede, her sahne geçişinde, her replikte... Sadece yazılmış diyaloglar bile oldukça etkiliyken, araya giren o derin müzik, insanı apayrı coğrafyalara sürüklüyor.

Filmin oyuncu kadrosu, Beginners'i bekleme nedenlerimden biriydi zaten. Çok yerinde bir neden edinmişim. Zira özellikle son yıllardaki inanılmaz yükselişini sürekli devam ettiren Ewan McGregor, oldukça etkili oynamış. Birçok sahnede sadece ona fokuslanırken yakaladım kendimi :) Usta oyuncu Christopher Plummer ise üzerine düşeni ön plana çıkmadan güzelce kotarmış. Pek çoğumuzun hayatına Inglourious Basterds ile giren Melanie Laurent ise ciddi ciddi takip edilesi hale gelmiş. Karakterinin orijinal farklılığını hüzünle çok güzel canlandırmış.

2 senedir mediasını ayrı alt yazısını ayrı beklediğim bu film, tüm beklentilerime fazlasıyla karşılık verdi sonuç itibariyle. 2010 yılından akıllarda kalacak filmlerden.

Beginners (2010) 7+ / 10



2011 yılının beklenen komedi-dramaları bir bir geliyor. Hem de birbirinden güzel gelişlerle...

Onlardan biri de Ada'nın bağrından kopan The Guard. John Michael McDonagh'ın ilk yönetmenlik deneyimi olan film, bir ilk filme göre oldukça muazzam durumda. İrlanda ve Amerika ('a'bd) klişelerine dair yapılan atıfların neredeyse hepsi kopartan cinsten. Irkçı söylemlerin dan dun diye, tamamen yalın bir şekilde dillendirilmesi, hiç beklemediğiniz anlarda garip tepkiler vermenizi sağlıyor :)

Amerikalıların kültür temellerinden olan politically correct'in tam zıttı diye niteleyebileceğimiz bir söyleme sahip film. Nispeten yavaş gibi akan film, belki de durum komediliğini, bu söylemiyle beraber yardırıcı pozisyona getirebilmiş diyebiliriz.

Son yıllardaki kara komedilerin eksikliğini 2011 yılında biraz biraz hissetmedik gibi. The Guard, bu eksikliği hissetmeyişimizin sebeplerinden biri diyebilirim kısaca. Ben bir hayli sevdim. Özellikle dahilikle delilik arasında gidip gelen karakterine muhteşem bir ruh katan Brendan Gleeson, çok ayrı oynamış. Don Cheadle ve Mark Strong ikilisi de gayet iyi eşlik etmişler ve ortaya oyuncu performansı açısından güzel bir iş çıkmış.

Ira'nın ve uyuşturucu tacirlerinin felsefik çıkarımsallı diyalogları da izlenmeye değer :)

The Guard (2011) 7 / 10



Amerikan tarihinin açık ara en çirkin mevzusudur ırkçılık. Bu genç millet, tüm zor sorunlarını çözebilmesine rağmen bu Allahın belası ırkçılığı bir türlü çözememiştir yakın tarihine kadar. Gerçi hala da tam çözülebilmiş değil ama bundan 50 sene öncesine göre çok büyük gelişmeler var zihinlerde. Bu gelişimi sadece sinemadan bile izliyoruz son yıllarda. Düşük bütçelilerden başka, her sene illa Oscar'a oynayan en az bir tane negro temelli ağır filmimiz oluyor. Sanırım Obama'nın gelişi de bir hayli etkili bu istikrarda.

Hem bu konu ettiği mevzular hem de prodüksiyonu sebebiyle 2011 yılının beklenen filmlerinden biriydi The Help. Hatta diğerlerinden biraz daha özelleştirmişti konusunu. Zira diğer filmler asıl olayın hep çevresinde dolaşmayı seçmişlerdi. The Help ise ismiyle müsemma bir konu seçmiş ve tamamen zenci ayrımı üzerinden tanımlamıştı kendini. Lakin diğer beklenen 2011 filmleri gibi gönül rahatlığıyla beklediğimi bulabildim diyemiyorum. Sanki senaryosunda genel bir akışkanlık sorunu vardı. Belki kitaptan uyarlama olduğundandır bu durum ama sonuç itibariyle bir aksaklık kesinlikle vardı. Uzun süresini de buna ekleyince ortaya kaliteli gibi olan, güzele yakın ama üst seviye olmayan bir film çıkmış.

Oyuncuların performansları bir hayli başarılı. Aynı şekilde karakterler de göz dolduruyor. Draması da iyi gibi. Ama üzülerek söylüyorum ki, diğer 2011 filmleri arasında biraz zayıf kalmış. Oscar gecesi, kendisinden ağırlığını koymasını bekleyenlere kötü bir sürpriz yapacak diye düşünüyorum. Gerçi belli olmaz Akademiye. Politik bir salvo yapıp, ödül manyağı da yapabilirler The Help'i :)

Kesinlikle izlenilmesi gerekliliğini belirterek, bu güzelimsi filme yıldızlı bir puan veriyorum :)

The Help (2011) 6+ / 10



Malum üçlememize başlamaya karar verdim nihayet. Aslında karar vermiştim de, bu verdiğim kararı pratiğe dökmeye karar verdim diyelim. Keşke bu kadar bekletmeseymişim. Zira her bekleyiş beklenti yaratıyor. Ve her yaratılmış beklenti, tatmin olmamanın ön sözü oluyor.

Yumurta filminde de bunu yaşadım ne yazık ki. Film asla kötü değil. Hatta ben sevdim bile. Ama içim rahat değil. Uzlaşması imkansız kutuplar oluşturdu içimde film. Bir taraf inanılmaz derecede anlamlar çıkarırken, diğer taraf inanılmaz kopukluklar sokuşturdu algı merkezimin de merkezine. Arada deredeyim sayın okur, keşke böyle olmasaydı. Her filmi bir şekilde kendimce kategorileştiririm ama bunda yapamıyorum. Çok üzgün, çok hazinim şuan :)

Boş film olmadığı belli. Kopukluklar var evet ama asla boş değil. Lakin dolu da denemez. Garip olmuş bu film. Eğer geçmişe özleminiz varsa, eğer arada kalmışlık sizin için önemli bir tanımlamaysa, eğer kaçışlarınızdan sonra ılıman bir liman hasreti içindeyseniz, bir yakınınızı kaybetmişliğin hüznü buram buram tütmek yerine kendi yalnızlığınızı daha da depreştiriyorsa... Bu film çok güzel. Ama yine de değil. Öff, cidden aradayım. Kötü yakaladı bu film.

Neyse, nasılsa bir üçleme. Diğer filmlerden sonra genel bir intibah edinirim. Yoksa bu şekilde çıkamayacağım işin içinden. Şimdilik puan da vermeyeceğim. Evet blog tarihimde bir ilk yaşanıyor :p

Yumurta (2007) X / 10



Bu aralar uzun zamandır beklediğimiz 2011 filmleri patır patır dökülmeye başladı. Genel bir memnuniyet hali hakim bendenizde. Şuana kadar bekleyip de beğenmediğim olmadı içlerinde. Sadece tekinde, beklediğimi bulamadım ama o da bir hayli güzeldi.

Warrior'un en büyük artısı, gerçekçiliği bana kalırsa. Mixed Martial Arts denen nanenin sinemaya yansımış halihazırdaki en güzel filmi olması aynı zamanda. Klasik dövüş, hadi boks diyelim, filmlerinin perdeye yansırken ki sahteliği yok bu filmde. Onun yerine, daha kafes içinden, daha insan-dövüşçü gözünden bir film. Sanırım en çok bu filmde olmuştur, yenen yumrukların izleyicideki etkisi. Veyahut kahramanın dövüşü kazanmasına izleyiciler en çok bu filmde sevinmiştir. Zira draması kuvvetli gibi. Ben birçok sahnede kaptırmışım, sevinirken filan yakaladım kendimi :)

Müzikleri, varoşları sadelikle gözler önüne sermesi ve oyuncu performansları, filmi unutmayı zorlayan faktörler. Son dönemin yıldızı hızla parlayan aktörlerinden Tom Hardy, o her zamanki bıçkın bakışlarını eksik etmemiş. Gerçekten çok başka bir ruh var bu elemanda. The Dark Knight Rises'te ikinci bir Heath Ledger vak'ası yaşayacağız gibi gözüküyor. Yani hala farkında değilseniz Tom Hardy'nin, ileriki aylarda ve yıllarda ismini bir hayli duyacaksınız, şimdiden hazırlanın :) Diğer bir başrol olan Joel Edgerton ise zaten kendisini çoktan kanıtladı gözümde. Özellikle Animal Kingdom'deki rolüyle beni benden almıştı. Tom Hardy'e bile gider yapacak psikopatlık, damarlarında dolaşmakta. O kadar diyeyim :) Bu iki başarılı başrole de usta oyuncu Nick Nolte ve Jennifer Morrison ikilisi eşlik ediyor. Dediğim gibi oyunculuklar bir hayli güzel.

Senenin güzel filmlerinden olduğunu bir daha belirterek puanımızı verelim;

Warrior (2011) 7 / 10



Geçen hafta tekrar ettiğim ilk filmden sonra serinin izlemediğim filmlerine devam ediyorum. İlk filmi tekrar ettiğimden ve çok ayrı bir yeri olduğundan, izledikten sonra yavanlığından bir hayli üzülmüştüm. İlk filmde ne kadar üzülmüşsem, bu ikinci filmde de bir o kadar sevindim. Zira genel kanının aksine, bu filmi ilk filmden daha başarısız bulmadım. Daha başarılı da değil ama kesinlikle arada uçurum yok. Belki daha akıcı hatta.

İlk filmle kıyaslanmayacak ölçüde fazla dinozor görüyoruz The Lost World: Jurassic Park'da. Tabii bunun yanı sıra çok daha fazla efekt de görmüş oluyoruz. Senaryo olarak her iki film de eşit olunca; efektler, yarışı belirleyen faktör oluyor ve aradaki dört yıllık teknoloji farkıyla serinin bu ikinci filmi, ilkinin çok da gerisinde kalmamış oluyor.

İlk filmdeki çılgın doktorumuzun yokluğu oldukça hissedilir durumda. Ama zaten oyuncularla ve karakterle fazla bir işimiz de yok. Eğlenceli bir iki saat için oldukça ideal bir film diyebilirim kısacası. Çok kötü olduğunu tahmin ettiğim bir filmin, o kadar da kötü çıkmaması inanılmaz sevindirici bir şey :)

Ve son olarak fark ettiğim bir şey oldu. Son izlediğim iki filmde de, yani Warrior ve bu filmde, Moby Dick romanının karakterlerinden Ahab'ın ismi geçiyordu. Hayat işte, tevafuklar filan :)

The Lost World: Jurassic Park (1997) 5 / 10



Christopher Nolan'ın muazzam serisinden sonra, istemeden de olsa bir hayli kötü andığım bu eski seriye haksızlık yapmamak adına bir tekrar çekmeye başlamıştım. Ama gitmiyor yavv. Kaç ay oldu hatırlamıyorum ilk filmi izleyeli. 4 filmi normalde 2-3 günde bitirmem gerekirken 4 ay oldu anca 3. filmi izleyebildim. Çok kötü de değiller üstelik. Nolan'ınkilerden sonra gerçekten gitmiyor seri.

Batman'i Batman yapan özelliklerden neredeyse hiçbiri yok bu seride. Ne o gizem, ne o yardan serden geçicilik ne de karanlık! Hadi bunları yansıtmaya çalışırsın yansıtamazsın anlarım. Ama bu ilkokul müsameresi tadında komedi anlayışı da nedir? Absürt süper kahramanlardan ne farkı var şu serideki Batman'in. Gerçi ilk iki filmle bunu biraz ayırmak lazım. Zira ilk iki filmde Tim Burton'un karanlık tonları fazlasıyla hissedilir durumdayken, bu üçüncü filmde film(!) tamamen kopmuş.

Olmamış Joel Schumacher, olmamış. Olmamış arkadaşım. Tüm film canted shotla mı çekilir ya Hu. İki üç sahnede kullan tamamdır. Ne bu böyle, tüm filmi boynu bükük izledim :) Keşke ilk izlediğim gibi kalsaydı da en azından eleştiriyor olarak devam etseydim seni...

Neyse, yine de hakkını çok yemeyelim o kadar da kötü değil film. Ama işte bu Nolan yok mu? Adam tüm dengeleri değiştirdi gitti vesselam :) Üste tamamlayaraktan;

Batman Forever (1995) 4 / 10



Wolfgang Amadeus Mozart, gelmiş geçmiş en yaratıcı ve en üretken bestekardır sanırım. Diğer babalara haksızlık yapmak istemem ama deha denen şey, en fazla Wolfie'de tecelli etmiştir gibi bir algı mevcuttur bende oldum olası. Günümüzde bile, hala o tınılarının üstüne çıkan pek tını duymamışımdır. Klasik müzik diye ayırmak istemiyorum, zira türleri-zamanları aşan bir ruh var eserlerinde. Büyük deha hasılı...

Bu dahinin hayatını -başarısız da olsa- konu edinen Amadeus da sinemanın en prestijli ödülü sayılan Oscar tarihinin en bol ödüllü filmlerinden biri. Aday olduğu 11 kategorinin 8 tanesini ödüle dönüştürmüş durumda. Özellikle Antonio Salieri karakteriyle filmde başrolü üstlenen F. Murray Abraham terinin son damlasına kadar haketmiş bu ödülü. Zamanında normal versiyonunu izleyip vurulmuştum. Şimdi bir de Director's Cut'ını izledim ve yine vuruldum amcaya. Çok büyük oynamış cidden. Bir başka muazzam performans da Mozart'ı oynayan Tom Hulce'den izliyoruz. Ama üzücüdür ki, aday olduğu en iyi yardımcı aktör kategorisinde ödül alamamış Tom Hulce. Filmin nazarıdır bu kategorideki ödülsüzlük diye düşünürüm hep. Zaten ne varsa 80'lerin performanslarında var ya Hu :)

Mozart sevgimden hayatına karşı özel bir ilgim vardır. O sebeple bu filme bir hayli uzağımdır aslında konusu itibariyle. Mozart böyle bir insan değildir. Salieri ise hiç mi hiç böyle birisi değildir. Tabii tarihi kaynaklar açısından konuşursak durum budur. Yoksa, film oldukça muazzam. Draması çok mu çok kuvvetli. Hele filmin bir ilk 45 dakikası var insan resmen büyüleniyor. Filme başlarken ki, yavv bu 180 dakika nasıl geçecek arkadaşımmm, gibi iç geçirişler bir anda toz-duman oluyor. Çok güzel çokk :)

İzleyin derim. Çok enfes bir şeydir Amadeus. 1984'ün medarı iftiharıdır. Sinema tarihine artı katan filmlerdendir. Keşke şöyle yapımlar gelmeye devam etse...

Amadeus (1984) 8+ / 10



Değerlendirmesi zor filmlerden La piel que habito. Türkçe ismini de verelim ki, daha bir anlaşılır olsun değerlendirmesinin zorluğu; İçinde Yaşadığım Deri. Film klasik bir Pedro Almodovar yapıtı. Çok güzel göndermelerle, çok güzel tabloların mükemmel uyumunu izliyoruz 2 saat boyunca. Üstüne bir de ilgili sahneleri yakarlarsanız film tadından yenmiyor. Ama bununla beraber diğer Pedro Almodovar filmlerindeki derinlik pek yok gibi bunda. Daha sığ ama daha ustaca çekilmiş.

Spoilere girmemek için zor tutuyorum ama bu filmde gerçekten spoilersizlik önemli. Neyse dahasına girmeyelim yine de ama kesinlikle izlemek lazım. İnsan garip duyguları bir arada hissediyor izlerken. Keşke tembelliğimi yenebilsem de inceleme yazabilsem şu filme. Cidden hakediyor. Özellikle uyarlandığı romana çaktırmadan yaptığı atıflar bir hayli derin.

Klasik bir Pedro Almodovar filmi dedik. Bunu derken müzikleri de kastediyorum tabi ki. Lakin müziklerin kullanımı konusunda bir iki sahnede ritim uyuşmazlığı gibi bir şey sezdim. Bir daha bakınacağım oralara ama bir mana vardır diye düşünüyorum. Yoksa yanlış sahneye müzik kullanımını pek göremeyiz Pedro'nun filmlerimde.

Antonio Banderas'ı uzun zamandır bu kadar beğendiğimi de hatırlamıyorum. Garip bir şekilde, performansını çok beğendim. Normalde en fazla beğenirdim ve öyle bırakırdım beğenimi. Bu filmdeki performansıyla büyüledi gerçekten. Söz ettirecek bir performans olduğunu tarihe geçireyim.

Çok şeyler beklemeyin derim. Ama kendinize güveniyorsanız, yakalarım hacı affetmem bağlantıları, diyorsanız kaçırmayın derim. Üste tamamlamaktan kendimi alamıyorum ve;

La piel que habito (2011) 7 / 10



İzlemeyi neden ertelediğimi bir türlü kestiremediğim filmler kuşağına bir yenisi daha eklendi. Gerçi sebep çok belli; çok film var :) Ama yine de bu tür izlenmesi gerektiği yönünde şiddetli hislerim olan filmleri ertelemiş olmaktan nefret ediyorum. Kafadan 6 yıl geç kalmışım!

2005 yılı tam bir çizgi-roman uyarlama yılıydı sinema açısından. Gerçi başarılı bir yıldı dersek daha makul olabilir zira çizgi-roman uyarlaması her zaman yapılan bir şey. Ama 2005 yılı, hem Batman Begins'i hem Sin City'i hem de bu filmi barındıran bir yıldı ve hepsi de çizgi-roman uyarlamasıydı. Bu güzel iki filmin yanında bir üçüncüsü de varmış hasılı...

Film çok kısa. 96 dakika. Ama öyle bir hikaye var ki, sadeliğiyle gafil avlıyor izleyiciyi. O kısacık süresinde nakış gibi işliyor derdini. Hatta abartayım, son zamanlarda derdini bu kadar ustaca anlatmış bir filme çok az rast geldim. David Cronenberg kendisini her filmde belli ediyor kısacası. Yine yapmış, olmuş.

Finaldeki müzik süperdi. Söylemeden edemedim. Sahneyle resmen dans ediyordu kerata. Döndüm döndüm izledim, o derece. Viggo Mortensen'e söylenecek söz yok zaten. Allah'ından bulsun eleman. Tam rolünü bulmuş. Affetmemiş tabii.

İzlenir bu film ;)

A History of Violence (2005) 7+ / 10



Nasıl değerlendireceğim konusunda açmazlara gark olunduğum filmlerden biriyle karşı karşıyayım yine yeniden. Çok güzel demek istiyorum, sesim çıkmıyor. Çöpe atasım var, elim kalkmıyor. Vasat diye yaftalayasım var, yapamıyorum. Olmuyor. Sanırım filme karşı geliştirilen yorum farklılıkları da bu hallerimin vücut bulmalarından oluyor bu durumda. Ben yapamayacağım sanırım. Bir şekilde olsa da, bir yere koyamayacağım filmi. Ama beklediğim kadar efsanevi olmadığını da eklemeliyim. Daha daha bir şeyler bekliyordum. Daha üst, daha kaliteli, daha güzel... Sanırım bir tek, normalden daha vurucu buldum filmi. Ve bu vuruculuğu, filmin yegane kimliği. Benim zihnimde böyle kalacak film...

Müzikler çok güzeldi. Pek çok sahnede kendimden geçtim. Zaten vuruyor film, bir de müzikler geliyor üstüne. Tarumar oluyorsunuz. The Social Network'u anımsamadım desem yalan olur. Onunkiler kadar dingindi müzikler.

Brad Pitt harbiden büyük oyuncu arkadaşlar. The Tree of Life'den sonra daha azı kesmezdi ama bu ne abi ya. Resmen enfes. Artık Oscar gelmeli. Leo'yu izlemedim henüz ama Brad Pitt hakediyor hacı. Çok büyük oynamış. Başka kelime söylemek istemiyorum.

Ve son olarak, hayat bazen(!) çok yorucu arkadaşlar! Acımalıyız kendimize, başkalarından önce. Yavaşlamalı, nefes almalıyız. Kalbimizin yerinden çıkmak için gösterdiği dirence, sakinlikle cevap vermeliyiz...

Moneyball (2011) 7 / 10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz blog sahibinin onayından sonra yayınlanacaktır.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...