16 Ocak 2012 Pazartesi

08-15 Ocak 2012 Film Yorumları

Ne zamandır ertelediğim filmlere devam ettiğim bir periyodun daha sonunda geldik. Bu olaya devam etmeye karar verdim. Zira zayıf halkası çok az oluyor bu tür zincirleme izlemelerin. Neyse yorumlara geçelim.

1 adet müstakil yazımız var bu hafta;
-Rocky


Casus romanlarının nadide isimlerinden olan John le Carre'nin eserinden uyarlanmış bir film The Spy Who Came in from the Cold. Kitabını çok aramıştım zamanında. Ankara'da gezmediğim, İstanbul'da sordurmadığım sahaf kalmamıştı. Yine de elime geçmemişti.

Casus filmi dedik ama sakın aklınıza James Bond veya Jason Bourne gelmesin. Bu tam anlamıyla casus filmi. Casus gerçekliğinin soğukluğunu suratınızda hissediyorsunuz. Öyle veya böyle hissediyorsunuz. Uçmalı kaçmalı filmlerden hoşlansanız da hissediyorsunuz. Çok vuruyor, çarpıyor insanı film. Alec'le oyunlara giriyor, Smiley'le gizem takılıyorsunuz. Control'le sert, acımasız, zeki ve net oluyorsunuz.

Soğuk savaş dönemine dair enfes bir film gerçekten de. Başroldeki Richard Burton bambaşka oynamış. 40'lı ve 50'li yılların o tiyatro kökenli oyuncularının film-noirlerdeki performanslarını kıskandıracak şekilde coşuyor 112 dakika boyunca. Ses tonu, yürüyüşü, içişi... Her şeyiyle on numara oynamış. Oscar giderdi bu performansa. Ah bea Akademi ne diyeyim sana :)

Oyunculuklar bir kenara da görüntü yönetmenine bittim. Görüntü yönetmenliği çok etkili ama siyah-beyaz bir filmde bu kadar başarılı olunmaz arkadaşım. Kendinize geliniz n'olursunuz :)

Kitabını şimdi daha merak ettim sonuç itibariyle. En yakında okumak niyetiyle;

The Spy Who Came in from the Cold (1965) 8 / 10



Bunu derken çok çekincede olduğumu bilin. Bugüne kadar gördüklerimin arasında açık ara en iyisidir bu filmin ismi. Öyle böyle değil. Filmin ruhuna tam anlamıyla tercüman olmuş. Hani Sofia Coppola ne bağlamda çekmiş filmi diye merak etmeseniz bile, sadece filmin isminden yola çıkarak çok büyük mesafeler katedebilirsiniz filmle ilgili.

Filmi çok övmeye niyetliyim ama bir yandan da bir şeyler tutuyor elimi ayağımı. "Dur" diyor o elimi ayağımı tutan şey, "o kadar da abartılacak bir film değil bu". Ama yine de o kadar güçlü gelmiyor sesi. Ve bastırabiliyorum. En azından bastırdığım zamanlarda övmeye devam ediyorum filmi vs...

Hem yazan hem yöneten insanlara ayrı bir sempatim vardır her zaman. Bu filmle beraber ne kadar haklı olduğumu bir kere daha anlamış bulunmaktayım. Çoklarına anlaşılmaz gelen manalar yüklemekten geçen tek yol bu sanki. Kendi manasal evreninizi kendiniz şekil elbisesine bürüyeceksiniz. Yoksa illa popüler kültürün ucuz bir metası oluyor ortaya koyduğunuz şey. Yönetmene alkışlar yolluyoruz buradan...

Uzuna girmeyelim bu filmde de. Zira uzarsa çok uzar gibi bir his var içimde. Ama şunu da eklemeden edemeyeceğim sanırım. Şiddetli bir şey daha var filmde. Politically correct mi politically incorrect mi tam emin değilim. Var ama kesin yani :)

Yapanın edenin eline sağlık. Oyunculara ayrı, müziklerden sorumlu vatandaşlara apayrı tebrikler. Hepsi süpere yakındı. Tiz zamanda izlenile!

Lost in Translation (2003) 7+ / 10



Sinema tarihinde apayrı bir yeri olan 90'lı yılların ortasına dair bir film daha. Bu sefer Hollywood dışından. Buradan da görüyoruz ki, 93-94-95 yılları sadece Hollywood 'özelinde özel' değil. Avrupa başta olmak üzere pek çok ülkede çok sağlam filmlerin çıktığı seneler bunlar.

26 yaşındaki Mathieu Kassovitz'ten enfes bir performans izliyoruz. Hani çekilir de, ne bileyim yaş biraz ilerlemiş olur. Deriz ki "sağlam yönetmenmiş eleman". Ama 26 yaşında bu kadar başarılı bir rejiye ne dense az. Susulsa yeri yani! Nedense bu güzel yönetmen en çok Amelie'deki oyunculuğuyla tanınıyor. Bu da hayata dair iç burkan detaylardan! Tekniğine girersek çıkamayız sanki onun için dolly out zoom in diyeyim yetsin. Ama içerikten bağımsız olarak da çok başarılı bulduğumu belirteyim filmi.

Film Fransa'nın bir kenar mahallesinde yaşayan üç gencin -gerçekçiden ziyade- gerçek hikayesini seriyor perdeye. Bu elemanlar birer Arap (tabii ki Kuzey Afrika dememe gerek yok), Yahudi ve de Zenci. Her ne kadar 95 yapımı olsa da film, hala çözülemeyen bir meseleyi anlattığından asla ölmeyecek bir söyleme sahip. Banliyö gençleri diyelim bunu da geçelim. Ama geçmeden buna da bir cümle edelim. Getto'larda yaşayan insanların problemi ne ırk ne de herhangi bir siyasi tandans içeriyor. Tamamen fakirlik! Bunu görmekten ısrarla kaçan 'siyasist'lere gelsin film ve gitmesin onlardan. Yapışsın beyinlerine beyinlerine!

Filmdeki oyuncularla canlandırdıkları karakterlerin aynı isimlere sahip olmaları çok büyük bir gönderme. Alkış yolluyoruz. Bir başka alkış, müziklere. Run Lola Run havasında bir tempoya sahip ritmi var müziğin. Ve tüm film boyunca aktığından her iki filmde de bu ritim, Run Lola Run nereden esinlenmiş şimdi daha iyi anlıyoruz :) Bu tüm film boyunca akan ritmik tempodan başka, genel soundtranckler de enfes. Ayrı ayrı hepsi süper.

Son zamanlarda vereceğim en dolu, dopdolu 7lerden birini veriyorum;

La haine (1995) 7+ / 10



Bir niyet filmiyle daha karşı karşıyayız. Abartılan Hint filmlerinin abartılma nedenlerinin başında da bu mevzu geliyor zaten. Niyet güzelse gerisi teferruat, diyen izleyicinin düştüğü tuzaklardan oluyor çıkıyor bu filmler. Kötü olmamalarına rağmen bu kadar kolay avlanmamalı izleyiciler. Yapmayın abiler ablalar. Hint filmleri içinde oldukça saygın bir yere sahip olsa da, asla dünya genelinde hatırı sayılır bir yere gelemez bu film.

Film yorumlarında, filmin neyi anlattığı mevzusuna zaten girmiyorum. Ama bunda en azından tek cümlede söyleyeyim. Ülkelerinin ahvalinden ümitsiz gençlerin, tarihin canlandırıcı etkisiyle uyanmasını ve ellerini taşın altına koymasını anlatıyor film. Bunu 167 dakikada yapmak oldukça normalken, bu kadar sürede bu kadar az şey söylemek de bir o kadar anormal. Tüm film boyunca dikkatle izledim, şöyle güzel bir alt metin olsun diye ama yok, bir türlü fark edemedim. Hani tam anlamıyla bir Mahsun Kırmızıgül filmi olmuş çıkmış. Mahsun'a buradan sesleniyorum. Hacım Hindistan filmlerinden uzak dur. Bak "Hollywood çok biliniyor, oradan esinlenirsem enselenirim" gibisinden düşünüyorsan, mesela Hong Kong sinemasına dal biraz. Oradan popülist konuların üzerine çekilebilecek soft film fikirleri bulamazsan şansını bir de Güney Kore'de dene. Ama Hindistan'dan vazgeç lütfen.

Neyse efendim. Vakti bol olup içeriksiz filmlerden hoşlananlar varsa önerilir. Ama yine de hakkını yememek adına vurgulamakta fayda var. Film kötü değil. Süresine rağmen tutturduğu yoldan şaşmıyor. Kendi içinde oldukça tutarlı ve bir o kadar da anlatmayı seçtiği şeye hakim.

Rang De Basanti (2006) 4 / 10



Elinden Taken'ler, The Fifth Element'ler, Leon'lar, Transporter'ler, Taxi'ler... gibi pek çok sinema tarihine -öyle veya böyle- yer etmiş film çıkmış olan Luc Besson'un bir başka filmi Angel-A. Film, ismiyle müsemma bir halde. Melekli filan. Hal böyle olunca diğer melekli filmlerden esinlendiği hemen tahmin ediliyor ilk baştan. Ama izledikçe, esinlenmekten ziyade, harbi harbi remake tadı vermeye başlıyor.

Başlarda ortalama bir Paris filmi sanıyorsunuz. Tabii yönetmen ve senarist de zaten Luc Besson. Buradan bir girer, atlamalı zıplamalı bir film izleriz diyorsunuz. Ama olmuyor. Daha güzel bir şekle bürünüyor film. Öyle de bitiyor. İzlenesi olmuş.

Film öyle fazla dolu değil ama hepten hepten de boş değil. Mesela tezatlara dair bir güzelleme geçidi var filmin genelinde. Sadece bu tezatlıklardaki uyum bile yeter, filmi basit diye yaftalamamak için.

Amelie'den tanıdığımız, en azından Benim ilk oradan dikkatime mazhar olan James Debbouze oldukça iyi oynamış. Yine 'engelinin' farkına vardırtmıyor insanı. Rie Rasmussen de güzelce eşlik etmiş abiye.

Kafayı fazla yormadan izlenecek bir film ararsanız hele de biraz gülelim ama çok da basit bir şey olmasın derseniz kaçırmayın derim.

Angel-A (2005) 5 / 10



Rocky'den sonra bir daha tekrar yapasım tuttu. Bakınırken ilişti gözüme The Kid. Bayağı da olmuştu izlemeyeli. Affetmedim tabii :)

O kadar büyük filmdir ki bu film, 1921'den beri kaç filme önayak olmuştur haddi de hesabı da yoktur kanımca. İzlememiş olanlar için söylemiş olalım. Kemal Sunal'ın Garip filmi, tamamen bu filmin kopyasıdır. Hani şu terk edilen bebeği bulup, iyice bağ kurup, sonra da ayrılmak zorunda kaldığı film. Hani camı çocuğa kırdırıp, sırtında camla dolaştığı film :)

Sadece Kemal Sunal değil, hatta sadece Türk sineması değil, tüm dünyada oldukça kullanılan bir tema haline gelmiştir bu filmden sonra The Kid hikayesi. Yeni anne olmuş kızımız hep şeref bir erkeğin kullanılmasıyla yeni doğmuş bebeğiyle ortada kalmıştır. Sefil haldedir. Bebeği de sefil olmasın diye zengin bir yere bırakır. Ama olaylar öyle gelişmez ve çocuk fakir birine gider. Ama o fakir kişi, zengin birinden bin kat daha iyi bakar çocuğa. vs vs...

Film çok iyidir. Klasik Şarlo filmlerindendir. Çekimleri çok zahmetli geçmiştir. Alt metni dolgundur... İzlenesidir...

The Kid (1921) 7 / 10



Almost Famous garip bir film. Mükemmele oldukça yakın bir senaryosu var. Uzun sayılabilecek 164 dakikalık süresine rağmen gıdım dahi sıkmıyor insanı. Hani tamam çok güzel olabilir ama aralarda sıkar, bu çok normaldir. Zira her hikayenin genişlemek için biraz sıkışması lazımdır ama bunda böyle bir şey yok. Hafif bir yol filmi olmasının avantajını güzel kullanmış diyebiliriz bu sebeple.

Aslında filme ne filmi diyeceğimiz pek kolay değil. Pek çok tür ve tema barındırıyor bu film. Hem müzik, hem yol, hem biyografi, hem gerçek hayattan uyarlama... Tüm hepsinin en iyilerinden olması da cabası. Bir tema veya tür geri planda kalmıyor, tüm kimliklerinin hakkını itinayla veriyor Almost Famous.

Yönetmen, kendi hayatını anlattığı için avantajlı durumda. Ama bu kadar güzel olmasının sırrı bu avantajda yatıyor değil. En azından insanın buna bağlayası gelmiyor. Filmimizdeki kurgu grubumuzun şarkılarını bile yönetmenimiz yazmış, aynı zamanda filmin senaristi de olan Cameron Crowe.

Ben çokça beğendim. Ertelerken içimden bir ses, hadi izle artık, diyordu hep. Çok haklıymış. Ertelememek lazım fazla. 3 saate yakın süresini hele hiç takmayın kafaya. Bu film kadar kısa film çok azdır :)

Oyunculara hiç girmeyeceğim ama günümüzün kalburüstü pek çok aktör ve aktrisini bolca görüyoruz film boyunca. Saysam 15'ten fazla çıkacağına garanti verebilirim. Valla bak :)

Almost Famous (2000) 8 / 10



Bekliyordum filmi. Joseph Gordon-Levitt gibi, son yıllarda performans olarak açık ara en yüksekten uçan genç aktörler sınıfının en has adamlarından biri vardı. Nasıl beklenmesindi ki? Seth Rogen vardı. Hangi tür filmde oynarsa oynasın, illa farkını belli eden bu eleman neyde oynasa izlerim ve beklerim.

Ve filmi nihayet izledim. Ama çok farklı bir izlenti oldu. Bu hafta çok zor geçti benim için. Hayatımda ilk defa bel ağrısı yaşadım. Eğilmek bile mümkün değildi, öyle bir ağrı. Sanırım ciddi bir şey. Sonra muazzam bir baş ağrısı yaşıyorum bir hafta on gündür. Hastaneye gitmek gibi bir alışkanlığım olmadığından ve sanki biraz da kötü bir şey çıkacağını düşündüğümden doktora gitmedim. Neyse uzatmayalım bu faslı, film de sağlık üzerine ve bu aralar dilimden düşmeyen kanser temalı.

Çok etkileyici ve bir o kadar da vurucu bir film 50/50. Oyuncu performanslarıyla, müzikleriyle, rejisiyle çok güzel olmuş. Müziklerine bir kere daha vurgu yapayım, puanımı vereyim. Gerçi derinden vurduğu için belki bir tık yukarıdan da puan vermiş olabilirim. Ama cidden çok sevdim filmi.

50/50 (2011) 7 / 10



80'li yılların anime tarihi açısından önemli bir vurgusu varsa, bu vurgunun hak edilmesindeki mihenk taşlarından biri de buymuş meğer. Bu kadar uçuk bir şeyle karşılaşacağımı bilsem çok daha müsait bir zamanda izlerdim. Çok daha basit bir şey beklediğimden gerekli motivasyonu edinmeden başladım. Kötü oldu :)

Patlama/patlatılma ve parçalama/parçalanma sahnelerindeki abartı bu kadar mı ahenk barındırır? Bu kadar mı senaryonun uçukluğuyla uyum sağlar aksiyon sahneleri? Bu kadar mı 'Matrix de neymiş? Inception'u getirin bana, ona da gider yapacammmmm' dedirtir bir anime, bir insan evladına :)

Çok şey denebilir ama benim açımdan kesinlikle kült bir anime oldu Akira. Remakesi gelecekmiş Hollywood'dan. Gelsin, hatta lütfen gelsin. Normalde çok istemezdim remakeleri ama bununkini cidden merak ediyorum. Gerçi yönetmen seçimini kavrayamadım. Neden Jaume Collet-Serra tercihinde bulunmuşlar acaba? Bu evreni yaratabileceği konusunda derin şüpheler kımıldıyor içimde. Bakalım, bekliyoruz...

İç karartıcılık gibi distopik türün en büyük özelliğini bebek oyuncağı haline getirmiş bu animeyi izleyin vakit ayırarak. Gerçekten izlenesi.

Akira (1988) 7+ / 10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz blog sahibinin onayından sonra yayınlanacaktır.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...