16 Nisan 2012 Pazartesi

08-15 Nisan 2012 Film Yorumları

1 tane müstakil, 7 tane toplu yorumumuz var bu hafta. Müstakil film;

- Hellowoo Goseuteu (2010)



Geçen senenin dikkat çeken Fransız filmlerinden biriydi La Proie (The Prey). Diğer türdeşler gibi senaryosuzluğuna rağmen durmaksızın akan temposuyla gram sıkmaması, filmin en büyük artısı. Zaten dikkat çekmesinin de yegane sebebi bu. Boşuna da çekmemiş denilebilir kısaca. Zira gerçekten tam bir aksiyon filmi olmuş. 100 küsur dakika boyunca her daim heyecanlı, her daim soluk soluğa bir izlenti sunuyor izleyiciye.

Tabii bunlarla beraber elde kalan bir şey pek yok. Zorlama sahnelerinin olmasını zaten bekliyordum. O sebeple pek de gözüme takılmadı bu tür sahneler. Ama bir Run Lola Run veya diğer tempo üzerine kurulu filmlerdeki kalitenin esamesi okunmuyor filmde. Bunu bilerek izlemek, gereksiz beklentilere girmeme adına olumlu bir hareket olur :)

Pek çok filmden tanıdığımız Albert Dupontel'i bu tür rollere oldum olası yakıştırmadım. Bu filmde de değişen bir şey olmadı. Karakter rolleri her zaman daha gidiyor bu abiye. Bence açılmasın başrollere :) Stephane Debac ise psikopat rolünü gayet güzel kotarmış. Genel manada da zaten oyunculuklar bir hayli ortalama altı durumda. Biraz da bu yüzden, Stephane Debac olması gerekenden biraz daha göze giriyor.

İdeal bir popcornluk filmdir kendileri. Hoş vakit geçirmek için izlenebilir.

La Proie (2011) 4 / 10



Şimdi farklı film bir kere Unthinkable. Öyle nevi şahsına münhasır da değil ama genel eğilimden oldukça ayrılmış durumda. Hasılı farklı tanımı olabildiğince doğru, tüm benzerlerine rağmen.

Filmi farklı kılan en belirgin özellik, hani dünyaya çeki düzen verme aşkıyla yanıp tutuşan, dünyanın her metrekaresinde demokrasi denen mükemmelliğin uygulanmasını arzulayan güzel ülke var ya, ahanda o ülkeden çıkmasına karşın yine aynı ülkeyi eleştirebilmesi. Ama tabii sakin olunmalı. 'a'bd asla kendisini hakkıyla eleştirmez, mottosuyla özetleyebileceğimiz çıkarımımız yine iş başında. Gerçi diğerlerine göre biraz daha karmaşık bir yapısı var bu eleştirinin. Zira özeleştirinin hakkıyla yapılıp yapılmadığı konusunda izleyenler bir hayli güçlü şekilde ayrılmış olmalı bu sefer. Ben de aradayım aslında. İki tarafın da güçlü dayanakları mevcut. Her ne kadar eleştirinin güzelce yapıldığını düşünmeye daha yakın olsam da, içimde bir yerlerde sönmeyen 'a'bd nefreti bunu engelliyor.

Bunların dışında ilgili mevzulara eğilimli izleyicilerin kesinlikle izlemesi gereken bir filmken, normal izleyicilerin o kadar da şiddetli bir izleme zorunluluğu olmayan bir film oluyor Unthinkable. Ben sevdim.

Unthinkable (2010) 6+ / 10



Dişime göre film bulamadığım bir zamanda, gün gibi güneş gibi doğmuş filmdir kendileri. Vasilis Vasilikos'in aynı adlı romanından uyarlanmış. Yunanistan yakın dönem siyasi tarihiyle ilgili veya en azından bilgili olanların tamamen aşina olduğu bir konu üzerine yazılmış olan roman, bu yönde meydana gelmiş en güçlü yazımlardandır diyebilirim naçizane. Okumayanlar varsa önermiş olayım.

Film ise, 1982'de Cannes Film Festivali'nde Yılmaz Güney'in Yol filmiyle beraber ödül alan Missing'in yönetmeni Costa-Gavras'ın yüz aklarından biri. Her ne kadar filmde siyasetçi ve ülke ismi geçmese de, tüm olayların 1960'ların ortalarında yaşanan Yunan karışıklıkları olduğunu biliyorsunuz. Ve filmin en büyük tarafı da bu olsa gerek. Zira filmdeki karakterlerin renkleriyle (taraflarını) bir kaç ufak hamleyle değiştirdiğinizde tüm darbe süreçlerini açıklığıyla ortaya koyuyor. Özellikle Türkiye'nin Ergenekon Davası'nı yaşadığı yılları anlamak için güzel bir kaynak olabilir kendisi. Asker, medya, sokak ilişkileri açısından bilinen jargonları güzelce senaryolaştırması enfes.

Filmin açılış sekansı mükemmel bu arada. Efsane açılışlarımdan biri olmuş durumda. Sadece müziği bile yeterli ilgili sahnenin ama içerik olarak mükemmel cidden. Bravo diyoruz, selamları iletiyoruz buradan.

Z (1969) 7 / 10



11 Eylül'den sonra çekilmiş olmasıyla filmin içeriğini bir potada eritince ortaya hoş duygular çıkıyor. Dillerin, kültürlerin, kimliklerin ve hele de dinlerin bir mana farklılığı oluşturmaması adına güzel vurgular var filmde. Bu tip misyonların filmlerindeki içeriksizlik handikabı bu filmde de kendini gösteriyor yer yer. Ama olabildiğince yüzeysel bir gösteriş bu. Bu yönüyle fena halde beğendim.

Beğenilecek yönü çok filmin. Bir Omar Sharif performansı var ki, filmi övmek için tek başına yeterli. Bu amcaların efsane olmaları boşuna değil. Bir kere daha anlıyorsunuz bu performanstan sonra. Çok ama çok dingin bir karakteri, çok ama çok dingin bir performansla canlandırmış. Halbuki bu tip karakteri canlandırmak için sadece oyuncu olmak yetmez. O karakterlerin dünyalarına da aşina olunmalı. Sanırım kişisel yaşantısından da bir şeyler yardımcı olmuş Omar abime. Selam edip, ömrüne bereket demiş olayım :)

Başta İstanbul olmak üzere Türkiye'den güzel sahnelerin olduğunu vurgulayıp, izlenesi bir film olduğunu ekleyeyim İbrahim Bey ve Kur'an Çiçekleri'nin.

Monsieur Ibrahim et les fleurs du Coran (2003) 6+ / 10



2. Dünya Savaşı'na Rus Cephesi üzerinden bakılan bir savaş draması I Girasoli (Sunflower / Güneş Çiçekleri). Filmin en büyük kozu, başrolde olan Sophia Loren gibi gözükse de, sinemaseverler için Vittorio De Sica'dır. Efsane filmlerin İtalyan yönetmeni, bu sefer bir kaç tık aşağıdan bir yapımla çıkıyor karşımıza. Gerçekçilik üzerine önemsenen bir film olsa da, nedense bana pek ulaşamadı bu filminde. İtalya için büyük, sinema dünyası için küçük bir adım diyebilirim. Haddimi de aşarım belki ama durum budur :)

Filmin tamamının Rusya'da çekildiğini hatırlıyorum. Doğru bilgi olmayabilir ama izlerken fark ettim gibi. Evet Rusya'da çekilmiş çok büyük bir kısım. 1970'lerin Rusya havasını bir de bu şekilde izlemek güzel. O karanlık, kasvetli filmler dışında pek hatırlamıyordum. İyi oldu :)

Efendim, çok matah bir film değil ama fazlasıyla izlenebilir durumda. Sırf Sophia Loren için bile izlenir. Her ne kadar 46 yaşında olsa da, günümüzde bile hala hayırla yad edilmesinin nasıl bir normallik barındırdığını gözlemlemek için ideal bir izlenti olur kanımca :)

I Girasoli (1970) 4 / 10



Kısır döngüye girmiş komedi türüne hatırı sayılır bir soluk getiren 2009'daki Hangover tutunca, haliyle ikinci bir film çekildi. Aslında ilk haberini aldığımda bir hayli heyecanlanmıştım. Hatta blogda da başlık açmıştım haberin düştüğü ilk saat içinde ama sonradan izlediğim fragmanlar sayesinde olsun, vizyona girdiğinden sonra gelen ilk tepkiler sayesinde olsun nedense tüm şevkim kaçtı filme karşı. Hiç izleyesim kalmamıştı. Ama ne filmler izliyoruz, bu güzel filmin devam filmini mi atlayacağız be hafız, dedim kendime ve aradan çıkardık bunu da.

Efendim film tam anlamıyla ilk filmin copy-pastesi. Kısaca söylemem gerekirse; bu sefer güldürmedi! Tamam ilk filmi izlediğimizde fikir orijinal gelmişti. Lakin ikinci filmde de tamamen aynı döngüyü görmek pek yaramadı bana. Hani sahneler bile aynı. Hikayenin gelişmesi bile aynı. Sahne sıralarına kadar hem de. Şöyle söyleyeyim. İlk defa bir filme konulan Türkçe ismi tuttum. İlk filmin ismi Felekten Bir Gece iken, bu ikinci filme Felekten Bir Gece Daha demişler. Alkışlıyorum buradan. Anca bu kadar güzel anlatılabilirdi durum.

Üzerine fazla konuşmaya gerek yok. İlk filmi sevenler yine seveceklerdir ama bir taraftan da söveceklerdir sanıyorum. Devam filmleri böyle olmamalı, olursa da devam filmi dememeliler kendilerine. Tekrar filmler diye bir tür çıkarmalılar ve oradan yardırmalılar.

3. film de yolda. 500 milyon dolardan fazla hasılat toplayınca çekmeyeni döverler zaten. Kızamıyoruz, seriyle yolları ayırmakta buluyoruz çareyi :)

The Hangover Part II (2011) 4 / 10



Şimdi efendim; neresinden başlayayım, nerelerine değineyim bilemiyorum. Olmamış. Öncelikle onu söylemekte fayda var. Sıradan bir kör göze parmak filmi olmuş. Maryam Keshavarz kızımız belli ki mollalara uyuz olmuş, nan siz misiniz ülkemi bu hale getiren, demiş, napim napim, diye düşünürken aklına sinema aracı gelmiş. Geçmiş kameranın karşısına ve tüm kinini ilkokul müsameresi tadında akıtmış. Durum budur.

Hayır bu mollaların yönetim olayına en deli olanlardanım ama bu şekilde eleştirince haksız duruma düşüyorsun hafız. Neymiş, istediği gibi eşcinsel birliktelikler kuramıyormuş insanlar. Sonra asi rollerine bürünemiyormuş ergen kızlar. Ve bunlara engel olanlar da mollalarmış. Hacım bak sana söyleyeyim, eğer mollaların karşısına bunlarla çıkarsan, izleyenleri mollalara hak verdirtirsin. Ava giderken avlanırsın, cıss olursun. Yapma emi bir daha.

Teknik manada İran filmi denemez Circumstance'ye. Zira Fransa yapımı film ama tamamıyla zorunluluktan kaynaklanmakta bu durum. Çünkü bu filmi İran'da çekemezsiniz. O kadar demiş olayım, nasıl bir film olduğunu anlayın. Beğenen arkadaşların da içeriği açısından beğendiklerini düşünüyorum. Yoksa şu filmde ne senaryo akışkanlığı var ne de başka bir şey. İlk film olmasından kaynaklı bir görmezden gelme olabilir ama o kadar. Zaten ilk film olması hatırına da üste tamamladım.

Circumstance (2011) 3 / 10

2 yorum:

  1. Anlaşılan pek izlenilesi filmler yoktu bu hafta. :) Z ve Monsieur Ibrahim geçer not almış gibi. İzlenecekler listesine eklemek lazım. :)

    YanıtlaSil
  2. Aynen öyle bir durum var bu hafta. Ama gerekli dikkatle izlenir, verilmek istenen yakalanırsa 3 film gözü kapalı izlenmeli. Söylediklerinin üstüne bir de Unthinkable'yi ekleyeyim :) Ama Z çok ayrı film gerçekten. Herkese göre değil tarzından dolayı ama gerçek sinemaya çok yakın bir şey olmuş :)

    Bir de haftanın en izlenesi 2. filmi Hellowoo Goseuteu. İsmi geçmezse olmaz. Çok sıcak film. Sen izlemişsindir ama genel olarak izlenesi olduğunu vurgulamakta fayda var :)

    YanıtlaSil

Yorumunuz blog sahibinin onayından sonra yayınlanacaktır.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...